Bu içerik sadece aboneler içindir.
1947 yılının Nisan ayında, mimar Percival Goodman ve kardeşi, sosyal eleştirmen Paul Goodman, kentsel planlamada bir klasik haline gelecek olan Communitas: Means of Livelihood and Ways of Life (Komünite: Geçim Kaynakları ve Yaşam Biçimleri) adlı eserini yayınladı. Şehirlerin aldığı şekli ve yüzyıllar boyunca nasıl tasavvur edildiğini inceleyen yazarlar, şehircilikte teknik işlevsellikten çok daha fazlasının söz konusu olduğunu savundu.
Şehirler her zaman sakinlerinin ahlaki ve kültürel değerlerini yansıtır. “İnsanların nasıl çalıştıkları ve bir şeyler ürettikleri”nin, “nasıl yaşadıklarını” belirlemede çok önemli olduğunu eklediler. Bu nedenle Communitas’ın amacı, şehri “geçim kaynakları ile yaşam biçimleri arasındaki ilişki” açısından hayal etmeye çalışmaktı. Bu ilişkiyi araştırmak için Goodman kardeşler, her biri “değer seçimlerini” “alternatif programlar ve planlar” olarak ele alan farklı topluluk paradigmaları veya insan ihtiyaçlarını ve sosyal amaçları tanımlamanın farklı yollarını hayal ettiler.
Bu paradigmalardan ilki, “resmi ekonominin öncülleri” etrafında organize edilmiş bir şehirdi; her şeyin “satın alma ve tüketme eylemlerine göre” organize edildiği “bir mağaza gibi bir metropol”. Böyle bir modelde, şehrin ve sosyal yaşamın merkezi devasa, klimalı bir alışveriş merkezidir. İçeride “sürekli bir fuar” devam eder ve her koridorda “sabah kalkıp işe gitmeye değer kılan” tüm ürünler sergilenir. Ticaret merkezinin çevresinde, müşterilerin yemek yiyip dinlenebileceği oteller ve restoranlar bir halka oluşturur.
Böyle bir toplumda her şey malların dolaşımına hizmet eder. Yazarların da belirttiği gibi, “Şiir ve resim satışlara avantaj sağlar; müzisyenlerin şarkıları sabun ve şaraplarla ayrılmaz bir şekilde bağlantılıdır.” “Anne sevgisi”, “kardeşlik” ve “cinsel arzu” gibi en mahrem insan duyguları bile “bir şey satın almayı zorunlu kılar”. Yazarlar şu sonuca varmışlardır: “Bu şekilde, bütünsel insan ekonomiye dahil olur.”
Doğal olarak, tüm sosyal yaşamın amacı tüketim olduğu için, iş sadece bir amaç için bir araç haline gelir. Yazarlar, bunun anlamının, “üretimin eğilimi, karlı bir pazarda miktar ve satışa yönelikse, işten tatmin olma olasılığının ortadan kalkması” olduğunu belirtmişlerdir. Üretici olarak yaptığı faaliyete ilgi duymayan işçi, sadece “zengin olmak için acele etmek” ister; “evine, pazara, şehrin iyi şeylerin olduğu yerlerine” olabildiğince çabuk gitmek ister.
Böyle bir sistemde siyaset bile anlamlı bir içerikten yoksun hale gelir. Onlara göre seçimler, “temelde aynı olan bir malın şu ya da bu markasını seçmek için yapılan diğer satış kampanyaları gibidir.” Aslında, tüketime odaklanan “insanlar siyasi konularda karar verme zahmetine girmek istemiyorlar çünkü muhtemelen akıllarında daha önemli şeyler var.” Sahip oldukları gerçek güç, “bir ürünü satın almak ya da almamak için yapılan ekonomik seçimdir”; “boykot ya da grev gibi yorucu çabalar değil, piyasanın hassas baskıları”. Başka bir deyişle, tüketici vatandaşın yerini almaktadır.
Goodman kardeşlerin Communitas adlı kitabında, toplumun bir vizyonu alışveriş merkezi gibi işlemektedir.
Alternatif bir model olarak Goodman kardeşler, tüketimın üretim üzerindeki hakimiyetinin aşılacağı, işin şehir içinde daha net bir şekilde entegre edileceği başka bir metropol önerdiler — bu modelde “yaşamın her parçası hem araç hem de amaç olarak kendi içinde değer taşır”. Böyle bir şehirde vatandaşlık, tüketiciler değil işçiler tarafından kullanılır. Pazar odaklı bir toplumda işçiler üretim sürecinin tamamını bilmiyorlarsa, bu yeni metropolde “tüm işlemleri tam olarak kavrayacaklar”. Bu değişim, işin ve demokrasinin anlamını kökten değiştirecektir. İnsanlar “işlerinden uzaklaşıp çok az bir boş zaman geçirmek” istemeyecekler, çünkü “işlerini rahatça yapacaklar”.
Bu ikinci modelde, sosyal yaşamın merkezi ticari bir merkez değil, eski Yunanistan’da olduğu gibi insanların bir araya gelip tartıştıkları kamu meydanlarıdır. Goodman kardeşler, “Bu tür meydanlar, bir şehrin tanımıdır” diye savunuyorlardı. Bunlar “motorlu araç veya yaya trafiğinin olduğu caddeler” değil, “insanların kaldığı yerler”dir. Piazza her yerdedir — fabrika önünde, küçük bir kütüphanenin girişinde veya insanların buluşup sohbet etmeye başladıkları apartman kompleksinin önünde. Burası “iş, aşk ve bilginin” nihayet bütünleştiği bir metropol, hedefinin “sosyal güvenlik ve insan özgürlüğü” olduğu bir şehir.
Angajman Kuralları
Bu iki model, bir toplumun ekonomi ve demokrasi arasındaki ilişkiyi düzenlemenin farklı yollarını oldukça çarpıcı bir şekilde göstermektedir. İlk modelde demokrasi piyasa tarafından yerinden edilir ve siyasetin yerini tüketim tercihleri alır, ikinci modelde ise siyasi müzakereler ekonomik kararları yönlendirir. Bu argümanın özgünlüğü, karşıtlığın sadece mülkiyet ilişkilerinde (dar anlamda kapitalizm ve sosyalizm) değil, bir toplumun insan ihtiyaçlarını geliştirebileceği farklı yöntemlerde de yatmaktadır. İlk modelde ihtiyaçlar, fiyat sisteminin kişisel olmayan mantığına bırakılırken, ikinci modelde kolektif müzakerelerin konusu olurlar. İkinci modeli farklı kılan, ihtiyaçları (ne üretmek istiyoruz?) siyasi ve demokratik bir meseleye dönüştürmesidir.
Bu, Avusturyalı iktisatçı Friedrich von Hayek’ten bir alıntı yapacak olursak, “amaçlı” ve “amaçsız” toplumsal oluşum arasındaki ayrıma, yani kişisel olmayan bir mekanizma (piyasa) tarafından şekillendirilen bir toplum ile değerin kolektif karar alma yoluyla belirlendiği bir toplum arasındaki farka iyi bir şekilde uymaktadır. Filozof Brian Barry’nin de belirttiği gibi, “Bir ekonomik sistem seçmek yalnızca istekleri tatmin edecek bir makine seçmek değil, gelecekte belirli istekleri üretecek bir makine seçmektir. Bu nedenle kaçınılmaz olarak kısmen ideal temeller üzerinde yapılacak bir seçimdir.” Goodman’ların hayal ettiği şehirlerin vurguladığı şey, ekonomik düzenlemeler arasındaki farkın her şeyden önce yarattıkları “yaşam biçimlerine”, yani toplumun sosyal amaçların tanımı üzerinde sahip olduğu kolektif kontrol düzeyine bağlı olduğudur.
Fiyat sisteminin yatırımların tahsisinde merkezi bir mekanizma olduğu bir toplumda — “büyük mağaza toplumu” — neyin üretileceğine dair kararlar, kârı pusula olarak kullanan özel aktörlere devredilir. Kapitalizmin gerçek tarihine bakacak olursak, tarihçi Ellen Meiksins Wood’a göre bu, tarihsel olarak eşi benzeri görülmemiş, “toplumsal amaçlardan ziyade tamamen özel amaçlara adanmış bir iktidar alanının” gelişmesi anlamına geliyordu. Wood, “Üretim ve dağıtımın sosyal işlevleri, artı değer elde etme ve tahsis etme ile sosyal emeğin tahsisi, tabiri caizse özelleştirilmiştir ve bunlar otoriter olmayan, politik olmayan yollarla gerçekleştirilmektedir” diye eklemiştir. Burada, üretilen şeyi tanımlayan kullanım değeri değil, değişim değeridir; bu da fiyatları, piyasa mekanizmasının üretilmeye değer olanı seçtiği tek birim haline getirir.
Üretimi özel amaçlara tabi kılarak, piyasa odaklı bir toplum, filozof Agnes Heller’in sözleriyle, “sosyal ihtiyaçları, (işgücünün piyasa satışının belirli koşulları altında) emtia piyasasında etkili özel talebe dönüştürülebilir oldukları ölçüde karşılar.” Heller şöyle devam ediyor:
Kapitalist üretim mekanizmasının tipik sonucu, belirli türden bir grup ihtiyaç içinde ihtiyaçların artması ve bireyin bunların tatminine yönelmesidir; insan kişiliğini şekillendiren, sermayenin değerlenmesine yardımcı olmayan ve hatta bunu engelleyebilen diğer ihtiyaç türleri ise aynı ölçüde azalır ya da gelişemez.
Bu süreçte, farklı ihtiyaçlar arasındaki çatışma, kâr getiren ihtiyaçları ön plana çıkarmaya meyillidir. Örneğin, tüketim mallarının sınırsız genişlemesi, boş zamanların genişlemesini frenleyen bir faktör haline gelir. İnsanlar, toplumun geri kalanına göre ihtiyaçlarının karşılanmasını kısıtlayacaksa, bireysel olarak daha az çalışmayı tercih etme eğiliminde değildir. Genel tüketim düzeyine yetişmek için yeni ihtiyaçlar üretildiği sürece, bireysel çalışanlar bu fikri büyük çoğunlukla desteklese bile, çalışma süresinin azaltılması içsel olarak gerçekleşmesi olası değildir.
Bu tür bir ihtiyaç modelinin tarihsel özgüllüğü, toplumun neyin değerli olduğunu tanımlama yeteneğinden kaçınmasında yatmaktadır. Başka bir deyişle, piyasa toplumunda, sürekli artan ihtiyaç üretimi, her türlü demokratik kontrolden kaçarak sosyal yaşamı domine etmektedir. Antropolog Marshall Sahlins’in bir zamanlar belirttiği gibi, piyasa toplumu, insanlık tarihindeki diğer toplumlardan farklı olarak, “uygun özneler için nesneler üretmekle kalmaz, uygun nesneler için özneler de üretir.” “Yaşam biçimi”, her yönünü şekillendirmede rol aldığımız, ancak aynı zamanda sonuçlarına giderek daha fazla yabancılaştığımız bir yaşam biçimidir — bu, Karl Marx’ın kapitalizm eleştirisinin merkezinde yer alan bir görüşüdür.
Bu bakış açısına göre metaların büyümesi, ihtiyaçların içsel büyümesinin bir yansıması değil, daha ziyade “yabancılaşmış bir güç”, “üreticiden bağımsız bir güç”, yani kapitalist üretimin genişlemesi olarak hizmet eder. Bu nedenle, Marx’ın 1844 el yazmalarında belirttiği gibi, kapitalizm altında “para ihtiyacı modern ekonomik sistem tarafından üretilen gerçek ihtiyaçtır ve bu sistemin ürettiği tek ihtiyaçtır.”
Goodman’ların öngördüğü ikinci modelde, ihtiyaçlar meselesi özelleştirilmek yerine demokratik yaşamın merkezinde yer alır. Yatırım kararları artık kârın kişisel olmayan pusulası tarafından değil, siyasi müzakere yoluyla yönlendirilir. Böyle bir sistemde daha az çalışmak ya da daha çok üretmek isteyip istemediğimize fiyatlar gibi tek bir ölçü birimiyle karar verilemez. Bir seçeneğin diğerine tercih edilebilirliği, değere ilişkin indirgenemez değer yargılarına bağlıdır. Böylesi bir demokratik süreç bizi Avusturyalı filozof ve ekonomist Otto Neurath’ın farklı “toplum düzenleri” olarak adlandırdığı düzenler arasında seçim yapmaya zorlar.
Piyasa toplumunda, sürekli artan ihtiyaç üretimi, her türlü demokratik denetimden kaçarak toplumsal yaşama egemen olur.
Kolektif olarak karar verildiğinde, ekonomik aygıtın amacı kâr pusulasıyla belirlenemez; bu nedenle her zaman siyasi bir mesele olarak kalır. Ekonomi demokratikleştirildiğinde, “zevklerin en iyi şekilde dağıtılmasına ilişkin farklı görüşleri eşit şekilde dikkate alan bir yaşam düzeni yaratmak mümkün değildir” diye ekliyor Neurath. “Amaçlı” bir sosyal düzen, toplumun kendisinin bilinçli olarak amaçlarını belirlediği bir düzendir. Siyaset, insanların ihtiyaçlarını tanımlamak ve dolayısıyla tarihi yönetmek için mücadele ettikleri çatışmalı bir faaliyet haline gelir.
Ön Dağıtım ve Yeniden Dağıtım
Yukarıda özetlenen iki model gerçek sosyal oluşumların tanımı olmasa da, toplumun kendi üzerindeki kontrolünü artırmak için tasarlanmış kurumsal araçlarla, bunu yapmayan araçlar arasındaki farkı anlamamıza yardımcı olurlar. Goodman kardeşler, akıllarında olanın “planlar” değil, “üretim ve yaşam biçimlerinin olası ilişkilerini düşünmek için modeller” olduğunu, yani bir toplumun kendi kurallarını belirlediği az çok demokratik araçlar olduğunu ısrarla vurguladılar.
Kapitalizm içinde, önceden dağıtım ya da yeniden dağıtıma odaklanan politikalar hakkındaki tartışmalar, aslında toplumsal düzenin baskın pusulası olarak fiyat sisteminin merkeziliğinin sınırlandırılıp sınırlandırılmayacağı üzerine odaklanmaktadır. 2008’deki ekonomik krizden bu yana dünyanın dört bir yanındaki sol hareketlerin temel taleplerinden biri olan yeniden dağıtım, gelir eşitsizliğini azaltmak için piyasa işlemlerinin sonuçlarını değiştirmeyi amaçlıyor. Ancak bu konuya odaklanmak, siyasi alanı yapısal olarak ekonomik alana tabi kılma riski taşımaktadır. Bu da bizi kapitalist üretime a posteriori bir ayarlama yapmakla, üretilenin doğasını hiç sorgulamadan daha eşit tüketicilerden oluşan bir toplum yaratmakla sınırlar. Marx, “burjuva iktisatçılarından dağıtımın üretim tarzından bağımsız olarak ele alınıp işlenmesini ve dolayısıyla sosyalizmin esas olarak dağıtım üzerine kurulu olarak sunulmasını” aldığı için bu tür bir yönelimi “kaba sosyalizm” olarak adlandırmıştır.
Öte yandan, önceden dağıtıma göre hareket etmek, toplumun sosyal amaçları tanımlama yeteneğini artırmaya yönelik daha radikal bir hırs anlamına gelir. Piyasa işlemlerinin a priori’si olarak görülebilecek önceden dağıtımcı politikalar, toplu pazarlık, yatırımın toplumsallaştırılması, kapsamlı kamu hizmetleri ve fiyat kontrolleri gibi geniş bir araç yelpazesini içerir. Bu önlemler, işçilerin iş bölümünü ve çalışma koşullarını şekillendirme ve üretimi kamusal çocuk bakımı veya konut piyasasının kontrolü gibi kolektif amaçlara yönlendirme gücünü artırmaktadır. İhtiyaçlar sorununu niceliksel bir mesele (gelir dağılımı) olarak değil, niteliksel bir mesele (bilinçli olarak değerin tanımlanması) olarak siyasallaştırırlar. Bizi, örneğin daha fazla sağlık hizmeti mi yoksa uzay turizmi mi istediğimize bilinçli olarak karar vermeye sevk ediyorlar. Dolayısıyla, önceden dağıtımcı modda radikal bir şekilde dönüştürülen şey, çeşitli sınıfların satın alma gücü değil, ekonomi tarafından teşvik edilen ihtiyaçların yapısıdır.
Önceden dağıtıma göre hareket etmek, toplumun sosyal amaçları tanımlama yeteneğini geliştirmeye yönelik daha radikal bir hırs anlamına gelir.
Bu zıtlık, ekonomist John Kenneth Galbraith’in 1958 yılında yayınlanan en çok satan kitabı The Affluent Society’de dile getirilmiştir. Galbraith, Amerika’daki yoksulluğun nedenlerinin, kapitalist ülkelerde kamu hizmetlerinin “özel üretimin gerisinde kalma” eğilimi, başka bir deyişle “özel sektör tarafından üretilen mal ve hizmetler ile devlet tarafından üretilen mal ve hizmetler arasındaki dengesizlik” ile bağlantılı olduğunu düşünmekteydi. Sonuç, “kötü asfaltlanmış, çöp, harap binalar, reklam panoları ve uzun zaman önce yer altına gömülmüş olması gereken elektrik direkleri ile çirkinleştirilmiş” şehirlerdi, ancak bu şehirlerde herkesin “klimalı, hidrolik direksiyonlu ve hidrolik frenli otomobili” vardı.
Ancak Galbraith, kamu yatırımları için basit bir çağrıdan çok, büyüme ve tüketimcilik için daha radikal bir eleştiri ortaya koydu. Özellikle milli gelir arttıkça önemli olan, kamu ve özel yatırımlar arasındaki “sosyal denge”dir — yani, ihtiyaçlarımızı geliştirmek ve oluşturmak için iki temel farklı mekanizma, fiyatlar ve demokrasi arasındaki dengedir.
Özel üretimin kamusal üretimin önüne geçme eğiliminde olduğu bir toplum, aynı zamanda amaçları kolektif olarak ifade etme imkanını da kısıtlayan bir toplumdur. Dolayısıyla bu, tüketici tercihlerine yönelik bir eleştiri değil (sanki nesnel olarak doğru ve yanlış tercihler varmış gibi), kapitalist bir toplumun, yurttaşların ulusal gelirin bir kısmını kolektif karar alma yoluyla tahsis etme becerisini reddetme eğilimine yönelik bir eleştiridir.
Fiyat sistemi ve egemen tüketiciler yerine, bu tür demokratik araçlar insanların üretimle ilgili kararlara tam olarak katılmalarını sağlar ve vatandaşlık alanını genişletir. Üretimin tüketim üzerindeki hakimiyetini savunan klasik ekonomi politikten böylesi bir kopuş, toplumsal düzenin amacını kontrol etmek için çatışmacı bir faaliyet olarak siyasetin alanını genişletir. En radikal biçimiyle bu yaklaşım, kolektif bir karar verici olarak devletin, piyasa mübadelelerinden kaynaklanan üretimin a posteriori ayarlamasının yerine, ihtiyaçların a priori bir siyasi tanımını koyabileceğini ima eder.
Ancak son elli yılda, sosyalist projenin özünde yer alan özyönetim idealinin içi giderek boşaltıldı ve pastayı paylaşma biçimimizi dönüştürmeye indirgendi. Yeniden dağıtıma odaklanırken, ekonomik süreci bilinçli bir şekilde yönlendirme tutkusundan vazgeçtik. Devletler eşitsizliğin etkilerini kontrol altına almak için mali aygıtları güçlendirirken, aynı zamanda savaş sonrası refah devletinin mimarisini -özellikle de sermaye ve emek arasındaki güç ilişkilerini değiştirdiği yerlerde- yavaş yavaş ortadan kaldırdılar.
Özel üretimin kamusal üretimin önüne geçme eğiliminde olduğu bir toplum, aynı zamanda amaçların kolektif olarak ifade edilme olasılığını da kısıtlayan bir toplumdur.
Eğer daha eşit bir tüketim toplumu eşitsiz bir topluma tercih edilecekse, ihtiyaçların özelleştirilmesi toplumsal yaşamın piyasa tarafından giderek daha fazla sömürgeleştirilmesini hızlandırmıştır. “Amerikalı ekonomist Robert Heilbroner bir keresinde “maddi malların peşinde koşmak dikkatimizi bir süreliğine başka yöne çeker” demişti, ancak “ticari uygarlığın merkezindeki boşluğa” bir alternatif sunmuyor. Tüketiciler olarak vatandaşlar artan vergilere veya fiyatlara karşı isyan edebilirler, ancak üreticiler olarak neyi nasıl ürettiğimiz konusunda kolektif olarak hareket etme hırsından az çok vazgeçmiş durumdayız. Tarihin sonunda, son insan her şeyden önce bir tüketicidir. Ancak, Heilbroner’in umduğu gibi, toplumun “davranış normları, ortak ahlaki standartlar [ve] hedefine ilişkin birleştirici bir vizyon” sunabilmesi, insan ilişkilerinde değer sorusunu gerçekten gündeme getirmesiyle mümkün olabilir.
Kaynak: Daniel Zamora / Jacobin