Sokağa çıkıp kafanızı çevirdiğinizde, günlük yaşamınızda sosyal çevrenizi şöyle bir gözlemlediğinizde hemen herkeste göreceğiniz şey net: “Bıkkınlık, umutsuzluk, belirsizlik ve giderek artan bir öfke hali…”
Bir şeylerin olumlu anlamda değişebileceğine olan derin bir inanç kaybı, değişmezliğin katı biçimde kabullenilmiş olması, bireysel ve toplumsal çöküntü halini yaygınlaştırıyor.
Bu hal, ülkemiz kadar katı ve keskin biçimde olmasa da dünya çapında da benzer bir fotoğrafa sahip.
İklim krizi kapımızda, ekonomik eşitsizlik tarihin en yüksek seviyelerinde, siyasi kutuplaşma toplumları parçalıyor ve geleneksel kurumlara olan güven erimiş durumda.
Yıllardır bize “en iyisi bu” denilen, “serbest piyasanın” her derde deva olduğu, “bireyciliğin” kutsandığı neoliberal düzen, kendi krizlerini doğurmuş durumda.
Peki, bu enkazın arasından nasıl bir gelecek çıkacak? Nereye yöneleceğiz? Bu bıkkınlık ve umutsuzluk hali baki mi? Gerçekten bir şeylerin değişmesi olasılığı yok mu?
İşte tam da burada, 20. yüzyıl filozofu Ernst Bloch‘un “Umut İlkesi” (Das Prinzip Hoffnung), tüm karamsarlıkları aşmak için önemli bir rehber sunuyor ve günümüze de ışık tutuyor.
İletişim Yayınları tarafından Türkçe’ye de çevrilmiş olan “Umut İlkesi” kitabında Bloch, umudu, “sığ bir iyimserlik ya da pasif bir bekleme hali değil, aktif, güçlü ve dünyayı değiştiren bir ilke olarak ele alıyor”.
Ona göre insanlık ve tarih, “henüz olmamış olanın” (the Not-Yet) peşinden gitme, “daha iyi bir yaşamı” düşleme ve onun için “mücadele etme” dürtüsüyle ilerler.
Ülkemiz insanlarını ve dünya toplumlarını sarıp sarmalayan bu umutsuzluk halini aşmak ve yeni bir küresel değişim ve ilerleme dalgası yaratabilmek için Bloch’un bu güçlü fikirlerini anımsamalı ve bir mercek olarak kullanmalıyız.
Bu yazıda önce, neoliberalizmin neden bir “umut krizi” yarattığını ve insanların en derin arzularını nasıl sömürürken karşılayamadığını analiz edeceğim. Ardından, Bloch’un felsefesinin temel taşlarını anlaşılır bir dille aktarmaya çalışacağım.
Son olarak da, dünyanın dört bir yanında filizlenen yeni sol arayışların, dayanışma, ekolojik adalet ve katılımcı demokrasi gibi taleplerinin, aslında Bloch’un tarif ettiği “umut ilkesi”nin nasıl somut ifadeleri olduğunu göstermeye çalışacağım.
Amacım, içinde bulunduğumuz karmaşık zamanları iyi anlamak ve bugüne dair net bir çerçeve sunmak ve aslında yaşanan krizin aynı zamanda yeni bir başlangıç için nasıl bir potansiyel taşıdığını anlatabilmek.
NEOLİBERALİZM: VAAT EDİLMİŞ UMUTLAR VE YARATTIĞI BÜYÜK HAYAL KIRIKLIĞI
“Neoliberalizm İnsan Zihnini ve Dünyayı Nasıl Ele Geçirdi? – Kamusal İnsanın Çöküşünün Kısa Tarihi” başlıklı yazı dizisinde ayrıntılı biçimde aktarmaya çalıştığım gibi neoliberalizm sadece bir ekonomi politikası değil, aynı zamanda bir “dünya görüşü”, hatta bir “ruh hali”dir.
1980’lerden itibaren Margaret Thatcher (İngiltere) ve Ronald Reagan‘ın (ABD) sloganlarıyla (“Toplum diye bir şey yoktur. Yalnızca bireyler ve onların aileleri vardır” ve “Serbest piyasa!”) yükselen bu anlayış, bize şunu vaat etti: “Sen çok çalışırsan, kendini geliştirirsen, rekabet edersen, özgür ve zengin olacaksın. Piyasa, herkese eşit fırsat sunan tarafsız ve adil bir alan. Devletin rolü ise bu muazzam makineye fazla müdahale etmemeli.”
Bu vaat, başlangıçta büyülü paketlerle sunularak toplumları etkisi altına aldı ve cazip bir umut sunmayı başardı. Bireylerde derin hülyalar yaratarak, özgürleşme sözü veriyordu.
Ancak Bloch’un felsefesi ışığında baktığımızda, neoliberalizmin sunduğu umudun “sahte” ve “dar” bir umut olduğunu görüyoruz.
Bireyciliğin Sahipsizleştiren Umudu
Neoliberalizm, umudu katı bir bireyciliğe hapsetti. Başarı ve mutluluk tamamen bireyin çabasına, onun “kişisel markasına” bağlandı. Bu, ilk bakışta güçlendirici görünebilir, ki çoğu insan yıllar boyunca buna kandı. Ancak Bloch’un da vurguladığı gibi gerçek umut, kolektiftir; “biz” ile ilişkilidir.
Neoliberal bireycilik ise dayanışmayı zayıflatarak insanı yalnızlaştırdı. Karşılaşılan her sorun (işsizlik, borç, mutsuzluk) bireyin başarısızlığı olarak yaftalandı. Bu durum, “kolektif bir gelecek” düşlememizin önüne geçti ve insanları “ortak düşmanlara karşı” değil, “birbirine karşı” rekabete zorlayan bir sisteme dönüştü.
Tüketimle Tatmin Edilemeyen Arzular
Bloch, insanın en derininde yatanın sadece açlığını gidermek, barınmak değil; “anlamlı bir hayat yaşamak, kendini gerçekleştirmek” olduğunu söyler.
Neoliberalizm ise bu derin, ontolojik arzuyu (varlığa dair arzuyu) ele geçirip onu tüketim mallarına yönlendirdi. Yeni bir telefon, daha lüks bir araba, marka bir giysi…
Bunların hepsi “daha iyi bir yaşam” vaadiyle satıldı.
Ancak bu tatmin anlıktır ve kısa sürede yerini yeni bir arzuya bırakır. Bloch’un deyimiyle bu, “yüzeydeki arzu”dur, “içerideki arzu”yu asla doyuramaz.
Bu yüzden insanlar “giderek daha çok tüketen ama bir türlü mutlu olamayan” bireylere dönüştü. Bu, “umudun” sistem tarafından “metalaştırılması ve sömürülmesinden” başka bir şey değil.
Güvencesizlik (Prekarya) ve Geleceksizlik
Bloch için umut, “geleceğe doğru” atıfta bulunur (ki bu, bugün yaşadığımız derin karamsarlığa derman olacak bir yaklaşım sunuyor). Geleceğin, bugünden daha iyi olabileceğine dair inançtır.
Oysa neoliberalizm, bu gelecek fikrini tahrip etti. Esnek, güvencesiz, sözleşmeli işler (prekarya), insanları sürekli bir belirsizlik içinde yaşamaya mahkum etti.
Ev almak, aile kurmak, uzun vadeli planlar yapmak neredeyse imkânsız hale geldi. Gelecek, bir “vaat” olmaktan çıkıp bir “tehdit” alanına dönüştü: İklim felaketi, ekonomik kriz, işsizlik tehdidi…
Bu durum, Bloch’un “şimdiki zamanın karanlığı” dediği, insanların “geleceği düşleyemediği” bir tür “ruhsal çöküntü” yarattı.
Piyasa Mantığının Her Şeyi Ele Geçirmesi
Neoliberalizm, piyasa mantığını hayatın her alanına yaydı: Eğitim, sağlık, sanat, hatta insani ilişkiler bile…
Her şey bir “fiyat etiketiyle” anılmaya başlandı.
Bloch’a göre “umut”, tam da piyasanın erişemeyeceği alanlarda, insanın en derininde yatar: Sevgi, dayanışma, adalet arayışı, güzellik duygusu…
Bunları metalaştırmaya çalışmak, insan ruhunu kemiren bir süreçtir. İnsanlar, hayatlarının her anının bir “maliyet-fayda analizine” tabi tutulduğu bir dünyada, içlerindeki “daha iyi bir dünya” özlemini besleyemez hale gelir.
Sonuç olarak, neoliberalizmin insanlardan yararlandığı en temel şey, Bloch’un deyimiyle “ileriye dönük bir bilinç” ve daha iyi bir yaşam arzusuydu. Ancak bu arzuyu, kendi sınırları içinde yönlendirip, sömürdü ve nihayetinde büyük bir hayal kırıklığına yol açtı.
İşte tam da bu çöküş anı, Bloch’un felsefesine göre, yeni ve daha gerçek umutların filizlenebilmesi için en verimli toprağı sunuyor.
UMUT İLKESİ: HENÜZ OLMAMIŞ OLANIN PEŞİNDE
Bloch’un felsefesi karmaşık görünebilir, ancak özünde günlük hayatımızda hissettiğimiz ama belki de adlandıramadığımız bir duyguya odaklanır: “Daha fazlası olmalı” hissine.
Onu anlamak için birkaç kilit kavramı netleştirmemiz gerekiyor.
Umut Pasif Değil, Aktiftir
Bloch için umut, oturup mucize beklemek değildir. O, “eyleyen bir duygu”dur.
Dünyayı değiştirme arzusu ve eylemiyle iç içedir. Bir çiftçinin toprağa tohum atması, bir öğrencinin sınavlara hazırlanması, insanların daha adil bir dünya için sokaklara çıkması…
Tüm bunlar, henüz gerçekleşmemiş ama olması istenen bir gelecek için yapılan eylemlerdir.
İşte umut budur.
Bu yüzden Bloch, “umut olmadan devrim olmaz, ancak devrim olmadan da gerçek umut yeşermez” der.
“Henüz Olmamış Olan” (The Not-Yet)
Bu, Bloch’un felsefesinin bel kemiğini oluşturuyor.
Bloch’a göre, gerçeklik sadece “şu anda olan”dan ibaret değil. Gerçeklik, aynı zamanda “içkin bir olanaklar alanı”dır; henüz gerçekleşmemiş potansiyellerle doludur.
İnsanın bilinci de böyle.
Bizler sadece şu anki deneyimlerimizle değil, “özlemlerimiz, arzularımız, hayallerimizle” de var oluruz. İşte bu arzular ve hayaller, “henüz olmamış olanın” bilincimizdeki yansımalarıdır.
Neoliberalizmin krizi, tam da bu “olanaklar alanını” kuruttu ve geleceği çıkmaz bir sokak gibi kapalı hale getirdi.
Bloch ise bize, bu alanı tekrar açmanın ve “henüz olmamış olan”ın peşinden gitmenin önemini hatırlatır.
Bu, umudu, geçmişin travmalarına takılıp kalmayan, aksine geleceği inşa etmeye yönelen bir bilinç hali olarak tanımlar. Bloch’a göre insan, başlangıçta eksiktir ve kendisine yabancıdır; bu eksiklik, onu sürekli olarak “kendini oluşturma uğraşısı”na iter ve “geleceğe dönük yaşama”yı insanlık durumunun nihai gerçeği haline getirir.
Somut Ütopya ve Boş Ütopya Ayrımı
Bloch, ütopya fikrine çok önemsiyor ama onu ikiye ayırıyor:
- Boş Ütopya: Bu, sadece hayal kurmaktır. Gerçeklikle, tarihsel koşullarla ve somut mücadeleyle bir bağı yoktur. Kaçıştır. “Keşke herkes mutlu olsa” demek gibidir.
- Somut Ütopya: Bu ise Bloch’un savunduğu şeydir. Somut ütopya, “henüz olmamış olanın” somut, gerçekleştirilebilir bir tasarımıdır. Tohumun içindeki ağaç gibidir; potansiyel olarak oradadır ve doğru koşullar sağlandığında filizlenebilir. Bilimsel sosyalizmi, onun gerçekleşme potansiyelini taşıdığı için bir “somut ütopya” olarak görür.
Günümüzde, iklim adaleti talebi de bir somut ütopyadır; çünkü bilimsel verilerle desteklenir, somut politika talepleri vardır (fosil yakıtları sonlandırmak, yeşil enerjiye geçmek gibi) ve kitlesel bir hareket tarafından savunulur.
Gündüz Düşü (Daydream) ve İlerici Kültür
Bloch, “gündüz düşlerine” ve “hayal kurmaya” büyük önem verir.
Bloch’un felsefesinde, umut en net ifadesini “gündüz düşleri”nde bulur. Gece düşlerinin aksine, gündüz düşleri pasif bir kaçış değil, aksine uyanıkken bilinçli olarak tasarlanan, arzu ve özlemlerin imgelerini barındıran ileriye dönük düşüncelerdir. Bu düşler, sadece bireysel mutluluk arayışıyla sınırlı kalmaz, aynı zamanda sanattan dine, mimariden hukuka kadar toplumsal ve kültürel alanlarda kendilerini gösteren kolektif ütopyacı unsurları barındırır.
Hatta reklamlarda bile hep bir “daha iyi yaşam” imgesi arar. Örneğin, bir reklamda gösterilen mutlu aile tablosu, aslında insanlığın derinindeki bir özlemi, bir “gündüz düşü”nü yakalar ve onu metalaştırır.
Bloch’un yaptığı, bu imgeleri (kültür ürünlerini) analiz edip, içlerindeki ilerici, ütopik özü ortaya çıkarmak ve onu sahte vaatlerden (reklamlardan) arındırarak gerçek bir umut kaynağına dönüştürmektir.
Kısacası, Bloch bize şunu söyler: “Umutsuzluğa kapılma”.
İçinde hissettiğin o “daha iyi bir şeyler olmalı” hissi, aslında seni yanıltmıyor. O, gerçekliğin henüz tamamlanmamış olduğunun, içinde daha güzel olanaklar barındırdığının kanıtıdır. Yapmamız gereken, bu hissi pasif bir özlem olarak bırakmak yerine, onu “somut ütopyalar”a, yani gerçekleştirilebilir “hedeflere ve eylemlere” dönüştürmektir.
KRİZDEN FIRSATA: YENİ SOL ARAYIŞLAR VE SOMUT ÜTOPYALARIN YEŞERMESİ
Neoliberalizmin yarattığı çoklu kriz (ekonomik, ekolojik, sosyal), aynı zamanda onun alternatiflerine duyulan ihtiyacı da net biçimde ortaya koydu. Dünyanın dört bir yanında filizlenen yeni sol hareketler, siyasetler ve talepler, Bloch’un “umut ilkesi”nin canlı tezahürleri. Bunlar, “boş ütopyalar” değil, tam da Bloch’un tarif ettiği gibi, içinde bulunduğumuz koşullardan doğan “somut ütopyalar” sunuyor.
Demokratik Sosyalizm ve Eko-Sosyalizm: Yeni Vizyonlar
Günümüzde öne çıkan yeni sol ideolojiler, Bloch’un “somut ütopya”sına uygun olarak, mevcut krizlere pratik ve sistemik çözümler sunmaya çalışıyor.
- Demokratik Sosyalizm: Kapitalizmi dönüştürme ve üretim araçlarının mülkiyetini toplumsallaştırma hedefini koruyan, ancak bunu demokratik mekanizmalarla, merkeziyetçi olmayan bir yapıyla gerçekleştirmeyi savunan bir akımdır. Bu yaklaşım, gücün devletten veya sermayeden ziyade topluma ve işçilere dağıtılmasından yanadır.
- Eko-Sosyalizm: Kapitalizmin ekolojik yıkımın ana nedeni olduğuna inanır ve sürdürülebilir bir gelecek için kapitalizmin tasfiyesini savunur. Bu hareket, John Bellamy Foster‘ın “ekolojik çatlak” analizine dayanarak, piyasa temelli çözümleri reddeder ve insan-doğa ilişkisinin kökten yeniden kurulmasını hedefler.
Bu ideolojiler, neoliberalizmin “alternatifsizlik” söyleminin ötesine geçerek, eşitlikçi, demokratik ve sürdürülebilir bir toplumsal düzeni hayal etmek ve inşa etmek için somut yol haritaları sunarlar.
İklim Adaleti: En Acil Somut Ütopya
Ayrıca iklim krizi, neoliberalizmin doğa ve insan üzerindeki sömürüsünün en net sonucu. Ancak Fridays for Future veya Extinction Rebellion gibi hareketler, bu krizi sadece bir felaket senaryosu olarak değil, aynı zamanda radikal bir dönüşüm fırsatı olarak çerçeveliyor. Bunlar da, tam bir Bloch’çu hareket özelliği taşıyor.
“Henüz Olmamış Olan”: Temiz bir gezegen, fosil yakıt endüstrisinin tahakkümünden kurtulmuş bir toplum, doğayla uyum içinde bir yaşam.
Somutluk: Talepleri son derece somut: 2030’a kadar karbon emisyonlarını yarıya indirmek, yenilenebilir enerjiye geçiş, yeşil yatırımlar. Bilimle iç içedir.
Kolektif Umut: Bireyciliği reddeder. “Hiçbirimiz güvende değilsek, ben nasıl güvende olabilirim?” mantığıyla hareket eder. Bu, neoliberal bireyciliğe karşı kolektif bir umut ve sorumluluk anlayışının dirilişidir.
Dayanışma Ekonomileri ve Ortaklaşmacılık
Neoliberalizmin “piyasa her şeyin en iyisini bulur” dogması, 2008 kriziyle birlikte büyük bir yara aldı. Bunun yerine, insanlar dayanışma temelli alternatifler inşa etmeye başladılar…
Kooperatifler: İşçilerin kendi işletmelerini demokratik olarak yönettiği kooperatifler, kârı değil, insanı merkeze alan bir ekonomi modelidir.
Gıda Toplulukları: Tüketici ile üreticiyi aracısız buluşturan sistemler, endüstriyel tarımın yarattığı yabancılaşmaya karşı somut bir alternatiftir.
Kütüphaneler, Takas Ağları: “Her şeyin parayla satıldığı” bir dünyada, “paylaşım” ve “karşılıksız verme” pratikleri, Bloch’un “piyasa-dışı” umut alanlarının canlı örnekleridir.
Bu hareketler, “Henüz olmamış olan” bir ekonominin, daha adil ve insani bir ekonominin küçük ölçekli modellerini inşa ederler. Bloch’un deyimiyle, “şimdiki zamanın karanlığında” yanan küçük umut ışıklarıdırlar.
Feminist ve Dekolonize Hareketler
#MeToo hareketi veya yerli halkların mücadeleleri, sadece bir mağduriyeti anlatmaz. Aynı zamanda “cinsiyet eşitliği ve şiddetsiz bir dünya” veya “sömürgeciliğin izlerinden arınmış, çok kültürlü bir toplum” gibi güçlü ütopik imgeler sunar.
Bu hareketler, neoliberalizmin görmezden geldiği veya sömürdüğü (ücretsiz bakım emeği gibi) alanları siyasetin merkezine taşıyarak, umut ve adalet arayışının kapsamını genişletir.
“Özgürlük” kavramını, bireyin piyasada özgürce tüketmesinin ötesine, bedensel özerklik ve kültürel tanınma taleplerine taşır.
Katılımcı ve Doğrudan Demokrasi Talepleri
Neoliberalizm, demokrasiyi dört beş yılda bir oy vermeye indirgedi ve ekonomiyi demokratik denetimin dışına çıkardı. Yeni sol hareketler ise, demokrasiyi her gün, her alanda yaşanan bir sürece dönüştürme peşinde olmalı.
Meclisler, katılımcı bütçeleme (halkın belediye bütçesine doğrudan karar vermesi), konsensus karar alma mekanizmaları…
Tüm bunlar, insanların kendi hayatlarını etkileyen kararlarda söz sahibi olma, yani “özne” olma arzusundan kaynaklanır. Bu, Bloch’un tarif ettiği, “insanın kendi tarihini bilinçli ve kolektif bir şekilde yapması” idealine giden yoldur.
Peki Ya Umutsuzluk ve Korku?
Elbette bu hareketlerin önünde devasa engeller var: Sermayenin direnci, siyasi gericilik, derinleşen eşitsizlikler…
Ve insanlar hâlâ korku ve umutsuzluk hissediyor.
Bloch için bu son derece normal.
O, umudu, korkunun yokluğu olarak görmez. Aksine, “umut korkuyu aşmakla ilgilidir” der. Korkunun farkına varıp, onu dönüştüren, harekete geçiren şey umuttur.
İklim aktivistinin korkusu, onu eylemsizliğe değil, sokaklara döker. Bu, umudun en somut halidir.
Neoliberalizm, Bloch’un karşı çıktığı gibi, insanı geleceği dönüştürmekten uzaklaştıran ve onu pasif bir “korku” duygusuyla felç eden bir ideoloji üretti. Bu nedenle, neoliberalizme karşı koymak, yalnızca ekonomik bir mücadele değil, aynı zamanda varoluşsal bir direniş meselesi haline geldi.
SONUÇ: GELECEĞİ YENİDEN SAHİPLENMEK
Ernst Bloch’un “Umut İlkesi”, bize içinde bulunduğumuz kaotik ve karanlık görünen zamanları, bireylerin ve toplumların “bıkkınlık, yılgınlık, karamsarlık halini” analiz etmek için paha biçilmez bir araç sunuyor.
Neoliberalizmin krizi, onun sahte ve sömürücü umut vaatlerinin iflas ettiğinin kanıtı. Ancak bu iflas, bir son değil, yepyeni bir başlangıcın zeminini sunuyor.
Bloch bize şunu öğretiyor: İçimizdeki o “daha güzel, daha adil, daha insani bir dünya” özlemi, asla boş bir hayalperestlik değil. O, insan olmanın, tarihin ve doğanın tamamlanmamışlığının doğal bir tezahürü. Yapmamız gereken, bu özlemi neoliberalizmin yaptığı gibi metalaştırmak veya onu pasif bir beklentiye dönüştürmek değil. Yapmamız gereken, onu “somut ütopyalar”a dönüştürmek, yani “hayal etmek, tasarlamak, tartışmak” ve en önemlisi, onun için mücadele etmek.
İklim adaleti aktivistleri, kooperatifçiler, feministler, demokrasi talebinde bulunanlar…
Tüm bu yeni sol arayışlar, aslında Bloch’un felsefesinin canlı, nefes alan tezahürleri. Onlar, “henüz olmamış olan”ın, yani daha iyi bir dünyanın, şimdiden inşasına başladılar.
Bu yüzden, bugünün krizlerine ve belirsizliklerine rağmen, “umut etmek boş bir hayalcilik değil, bir stratejidir”.
Hem de en gerçekçi olanı.
Çünkü Bloch’un da dediği gibi, “Gerçeklik, henüz kendi olanaklarını keşfetmemiştir.”
Görevimiz, bu olanakları keşfetmek ve onları gerçeğe dönüştürmek için çalışmak.
Umut, ufukta beliren bir ışıktır; ona doğru yürüdükçe, o da bizden uzaklaşır gibi görünür, ancak aslında her adımımızla yeni bir ufuk, yeni bir olasılık doğar.
Yolculuğun kendisi, umudun ta kendisidir.
Araştırmaların,yorum ve etkileyici yazılarını keyifle okuyorum.Kalemine,yüreğine,beynine sağlık.Tebrikler.
Sayım bey, ilginiz ve nazik mesajınız için teşekkür ediyorum.