Zihinlerin Kolonizasyonu: Neoliberal Özne ve Toplumsal Bilinç – 4

Tarih:

“İnsanların mutsuz olmalarının sebebi kendilerini yeterince sevmemeleridir.”
(Bir self-help -kendin yap- kitabının kapak yazısından)

Bu sözler, neoliberalizmin “zihinsel kolonizasyonunun” mükemmel bir özeti.

Toplumsal sorunlar “bireysel yetersizliklere”, yapısal çelişkiler “kişisel başarısızlıklara” dönüştürülüyor. Mark Fisher‘ın dediği gibi, “sistemin hasta ettiği insanlara, hastalığın nedeni olarak kendilerini gösteriyoruz.”

Peki bu dev “zihinsel manipülasyon” nasıl işliyor?

Kapitalist Gerçekçiliğin Psikolojisi

Bu yazı dizisi boyunca sık sık andığım Mark Fisher‘ın “kapitalist gerçekçilik” kavramı, neoliberalizmin en sinsi başarısını ortaya koyuyor: “Alternatif gelecek tasavvurunun imkânsızlaştırılması.”

Artık “başka bir dünya mümkün” demek bile “hayalperest” olmakla suçlanmaya yetiyor. Gençlere sürekli söylenen “gerçekçi ol” uyarısı, aslında “sistem içinde düşün” demekten başka bir şey değil.

Bu durum özellikle Türkiye’de “travmatik boyutlar” aldı.

1990’ların “AB’ye giriyoruz” iyimserliğinden, 2013’teki Gezi’nin “Başka bir Türkiye mümkün” umuduna kadar, her alternatif arayışı sistemin kendini yenilemesi için kullanıldı. Sonuçta insanlar “zaten hiçbir şey değişmez” fatalizminin (yazgıcılık, kadercilik, boşvermişlik) pençesine düştü.

Bu boşvermişlik (fatalizma) sadece “siyasi” değil, “kişisel yaşamda” da kendini gösteriyor.

“İş böyle”“hayat böyle”“sistem böyle”

Her “böyle”nin arkasında, “değiştirilemez olan”a teslim oluş var. Çevrenize şöyle bir baktığınızda “böyle” ne çok insan var değil mi!

Fisher‘ın dediği gibi, “dünyanın sonunu hayal etmek, kapitalizmin sonundan daha kolay hale geldi.”

Bireyselleştirme Makinesi: Sen Suçlusun!

Neoliberalizmin en büyük “psikolojik başarısı”, toplumsal sorunları bireysel sorunlara çevirmesi.

İşsizlik “beceri eksikliği”, yoksulluk “motivasyon sorunu”, depresyon “kişisel zayıflık”, obezite “iradesizlik”

Her “yapısal sorun”, “bireysel başarısızlık” anlatısına dönüştürülüyor.

Bu süreç özellikle eğitim sisteminde sistematik hale geldi.

Lise sınavlarından LGS/TYT/AYT’ye kadar, her başarısızlık “çalışmadın” ile açıklanıyor.

Sistem “objektif” ve “adil”, başarısız olan birey “yetersiz”.

Bu mantık öylesine güçlü ki, başarısız olan öğrenciler kendilerini suçlamaya başlıyor.

İLGİLİ YAZI :  Faşizm Dalgası Yükselirken Yeni Sola İhtiyaç Artıyor

Türkiye’de bu durum dramatik boyutlara ulaşmış vaziyette.

“Çalışırsan başarırsın” mitolojisi, “eşitsizlikleri” görünmez kılarken, “sosyal sermaye” eksikliğini “kişisel yetersizlik” olarak sunuyor. Doğu’daki bir köylü çocuğuyla İstanbul’daki özel okul öğrencisi aynı “eşit” sınavla değerlendirilirken, eşitsizlik “doğal” gösteriliyor.

Rekabet Kültürünün Hegemonyası

Yine bu yazı dizisinde zaman zaman gönderme yaptığım Chantal Mouffe‘un analiz ettiği gibi, neoliberalizm “agonistik” politik mücadeleyi (farklı projeler arasındaki demokratik rekabet) “antagonistik” bireysel rekabete (her türlü araçla kazanma) dönüştürdü. Artık toplumsal sorunları çözmek için “işbirliği yapmak” yerine, bireysel olarak “en iyisi” olmaya odaklanıyoruz.

Ne yazık ki bu kültür en çok gençleri vuruyor.

Okul öncesinden itibaren sürekli “yarıştırılan, kıyaslanan, sıralanan” çocuklar, hayatı dev bir yarış olarak algılamaya başlıyor. “Arkadaşlık” bile stratejik hale geliyor: Kiminle arkadaş olacağın bile “network” hesabı içeriyor.

Instagram‘daki “Perfect life” (mükemmel yaşam) paylaşımları, LinkedIn‘deki “success story”ler (başarı öyküleri), YouTube‘daki “motivasyon” videoları…

Hepsi bu rekabet kültürünün beslendiği alanlar. Herkesin sürekli “en iyi hali”ni sergilemesi bekleniyor, “zafiyetleri” ise gizli tutması gerekiyor.

Self-Help (Kendin Yap) Endüstrisinin Yükselişi

“Kişisel gelişim” endüstrisi, neoliberal öznelliğin “fabrika ayarlarını” yapan dev bir makine haline gelmiş durumda.

“Zengin Baba, Yoksul Baba”“7 Alışkanlık”“Düşüncenin Gücü”

Bu kitaplar “sadece kitap” değil, “zihinsel programlama” araçları.

Bu endüstrinin temel mesajı şu: Sen her şeyi kontrol edebilirsin, başarısızlığın sebebi sen’sin, başarının anahtarı da sen’de.

Toplumsal koşullar, yapısal engeller, sınıfsal farklılıklar…

Hiçbiri önemli değil. Önemli olan “mindset”in (akıl yapın, zihniyetin).

Türkiye’de bu akım özellikle 2000’ler sonrasında patladı.

“Motivasyon guru”ları, “yaşam koçları”“NLP uzmanları”

Hepsi aynı mesajı veriyor: Sorun “dışarıda” değil “içeride”.

Bu anlatı öylesine güçlü ki, insanlar “yapısal sorunları”“kişisel yetersizlik” olarak algılamaya başladı.

Dijital Panoptikon: Algoritmanın Gözü

Foucault‘nun “panoptikon*” kavramı dijital çağda yeni bir boyut kazandı.

Artık gözetleme kulesi yok, ama herkes sürekli gözetim altında. Facebook algoritmaları, Google aramaları, Instagram önerileri…

Her tıklama, her beğeni, her arama kaydediliyor ve davranış modifikasyonu için kullanılıyor.

Bu süreç öylesine sinsi ki, kontrol edildiğimizi bile fark etmiyoruz. Sanki kendi “özgür” tercihlerimizle bu içerikleri tüketiyoruz. Ama aslında algoritmalar bizi sürekli “tüketime”, sürekli “rekabete”, sürekli “karşılaştırmaya” yönlendiriyor.

İLGİLİ YAZI :  Neoliberalizmin Doğuşu ve İdeolojik Temelleri - 1

TikTok‘taki “success (başarı)” videoları, Instagram‘daki “lifestyle (yaşam tarzı)” paylaşımları, YouTube’daki “entrepreneur (girişimci)” kanalları…

Hepsi aynı mesajı veriyor: “Başarılı ol, zengin ol, mutlu ol. Ve eğer değilsen, suç sende”.

FOMO ve Sürekli Performans Baskısı

“Fear of Missing Out” (Kaçırma Korkusu) modern zamanların en karakteristik psikolojik durumu.

Sürekli “bir şeyler kaçırdığımız”, yeterince “verimli olmadığımız”, yeterince “başarılı olmadığımız” hissi.

Bu korku bizi sürekli “hareket halinde”, sürekli “tüketime”, sürekli “performansa” zorluyor.

Bu durum özellikle Z kuşağını vuruyor.

Doğduklarından beri sosyal medyada olan bu kuşak, sürekli performans sergileme baskısı altında yaşıyor. Her anın “content (içerik)” olması bekleniyor, her deneyimin paylaşılması gerekiyor.

Üstelik pandemi süreci bu durumu daha da derinleştirdi.

Karantinayı “üretken geçirme” baskısı, “yeni beceri kazanma” zorlaması, “online kurs alma” telaşı…

Hiçbir an boş geçirilmiyor, hiçbir zaman “ziyan” edilmiyor. Dinlenmek bile “zaman kaybı” olarak algılanıyor.

Nancy Fraser’ın Tanınma ve Yeniden Dağıtım Gerilimi

Bu yazı dizini hazırlarken yine yararlandığım düşünürlerden birisi olan Nancy Fraser‘ın analiz ettiği “tanınma” ve “yeniden dağıtım” arasındaki gerilim, neoliberal zihinselliğin anahtar noktalarından biri ve durumu oldukça iyi açıklıyor. “Ekonomik eşitsizliklere” odaklanmak yerine, kimlik temelli “tanınma” mücadelelerine yönelim teşvik ediliyor.

Bu süreçte “sınıfsal sorunlar”“kültürel sorunlara” dönüştürülüyor.

“Glass ceiling (cam tavan)**” metaforu, yapısal eşitsizlikleri bireysel “cam tavan aşma” hikâyelerine çeviriyor. “Diversity (çeşitlilik)” ve “inclusion (dahil etme)” söylemleri, temel ekonomik adaletsizlikleri gizlerken, kozmetik değişikliklere odaklanıyor.

Türkiye’de bu durum özellikle “kadın hakları” alanında görülüyor.

“Kadın girişimci” hikâyeleri, “başarılı kadın CEO”lar, “güçlü kadın” anlatıları…

Hepsi “bireysel başarı” hikâyelerine odaklanırken, “yapısal cinsiyetçiliği” görünmez kılıyor.

Depolitizasyonun Psikolojisi

Neoliberalizm sadece “politik alanı” değil, “politik düşünce kapasitesini” de çökertiyor.

“Politik” kelimesi “partizan” anlamında kullanılırken, “apolitik” olmak “objektif” olmanın işareti sayılıyor. Bu süreçte insanlar “politik kimliklerini” kaybederken, “tüketici” kimliği ön plana çıkartılıyor.

Bu “depolitizasyon” özellikle gençler arasında yaygın.

Siyaseti “kirli” gören, “ben siyasetle uğraşmıyorum” diyen, ama aynı zamanda sürekli şikâyet eden bir kuşak yetişti.

İLGİLİ YAZI :  Yapay Zeka Asla Arkadaşınız Olmayacak

Politik katılım “oy vermekle” sınırlandırılırken, gündelik hayatın her alanındaki “politik boyut” görünmez kılındı.

Türkiye’deki “Sen de Yaparsın” Kültürü

Türkiye’de neoliberal zihinselliğin en güçlü araçlarından biri “Sen de yaparsın” söylemi.

Reality show’lardan influencer fenomenine, girişimci hikâyelerinden motivasyon videolarına kadar, her yerde aynı mesaj: “Başarı herkesin hakkı, tek gereken istemek”.

Bu söylem öylesine güçlü ki, “yapısal eşitsizlikleri” tamamen görünmez kılıyor.

Doğu’dan gelip İstanbul’da başarılı olan tek hikâye, binlerce başarısız olanı unutturuyor. İstatistikler değil, “inspiring (ilham verici)” hikâyeler önem kazanıyor.

Algoritmik Öznellik ve Davranış Modifikasyonu

“Teknoloji kapitalizmi” sadece “emeğimizi” değil, “duygularımızı” da sömürüyor.

“Affective labor (duygusal emek)” kavramından hareketle, artık mutluluğumuz, üzüntümüz, öfkemiz bile “meta haline” geliyor.

“Viral” olabilmek için sürekli “duygusal performans” sergiliyoruz.

Bu süreçte “özgün duygular” ile “performatif duygular” arasındaki sınır bulanıklaşıyor.

Gerçekten mi mutluyuz yoksa mutlu görünmek mi zorundayız? Gerçekten mi başarılıyız yoksa başarılı görünmek mi gerekiyor?

Direniş ve Alternatifin İmkanları

Bu kapsamlı “zihinsel kolonizasyona” karşı direniş nasıl mümkün olabilir?

Mark Fisher‘ın önerdiği “eleştirel pedagoji”, bu hegemonik anlatılara karşı durabilen, alternatif düşünebilen özneler yetiştirmeyi hedefliyor.

Bu süreçte teknolojinin de farklı kullanımları mümkün. Platform kooperatifçiliği, açık kaynak yazılımlar, alternatif sosyal medya ağları…

Teknoloji, sadece “kontrol aracı” değil, “özgürleşme aracı” da olabilir.

Ama tüm bunlar “bireysel” değil, “kolektif bir proje” gerektiriyor. Çünkü asıl sorun, neoliberalizmin bizi yalnızlaştırması, “atomize” etmesi. Bu “atomizasyonu” aşabilecek “yeni kolektif örgütlenme biçimleri” bulabilir miyiz?

İşte tam bu noktada “postneoliberal alternatifler” üzerinde düşünmeliyiz.

“Teknoloji ve otomasyonun” ilerlemesi, “iklim krizinin” derinleşmesi, “toplumsal eşitsizliklerin” artması…

Tüm bunlar “neoliberal hegemonyanın” sarsıldığına işaret ediyor.

Beşinci Ve Son Bölüm: “Gelecek Mümkün: Postneoliberal Alternatifler ve Yeni Sol Perspektif”


* Foucault, panoptikon kavramını İngiliz filozof ve toplum kuramcısı Jeremy Bentham’ın 1785’te tasarladığı hapishane modelinden yola çıkarak geliştirir. Panoptikon, ortada gözetleme kulesi, etrafında hücreler bulunan dairesel bir hapishane tasarımıdır. Mahkûmlar birbirini göremez, ancak her an gözetlenebileceklerini bilirler. Gözetleyen kişi sürekli bakmasa bile, mahkûm kendini görünür hissettiği için kendi kendini disipline eder.

** Cam tavan (glass ceiling) metaforu, özellikle iş hayatında kullanılan bir kavramdır. Cam tavan, kadınların ve azınlık gruplarının belirli bir noktaya kadar yükselmelerine izin verilirken, üst düzey yönetim ve karar alma pozisyonlarına erişimlerinin görünmez engellerle sınırlandırılmasını anlatır. “Cam” denmesinin nedeni, bu engelin görünmez olmasıdır: Yani açık kurallarla konmaz, resmi bir yasak yoktur; ancak fiiliyatta yükselmeyi engelleyen kültürel, yapısal ve kurumsal bariyerler vardır.

CEVAP VER

Lütfen yorumunuzu giriniz!
Lütfen isminizi buraya giriniz

Paylaş:

Abone Ol

spot_imgspot_img

Popüler

İlginizi Çekebilir
İlginizi Çekebilir

Amerika’nın Çöküşünden Sonra Dünya

Donald Trump, Amerika'nın düşüşünü tersine çevirmek için umutsuz bir...

Sosyalistler Yeniden Dağıtımdan Daha Fazlasını Hedeflemeli

1947 yılının Nisan ayında, mimar Percival Goodman ve kardeşi,...

Geleceği İcat Etmek: Postkapitalizmin Kapılarını Aralamak

İşyerinde geçen bitmek bilmeyen bir günün ardından kendinizi eve...

Trump ve Milei Latin Amerika Üzerindeki Emperyalist Kontrolü İlerletmek İçin Otoriter İttifaklarını Derinleştiriyor

Javier Milei'nin Washington'a yaptığı son ziyaret, ABD emperyalizmine boyun...