“Toplum diye bir şey yoktur. Yalnızca bireyler ve onların aileleri vardır.”
(Margaret Thatcher, 1987)
Ama sadece bir İngiliz başbakanının kişisel sözleri görünmüyordu. 1980’lerde dünyayı kasıp kavuran bir devrimin manifestosuydu.
Thatcher’ın dudaklarından dökülen bu cümleler, aslında yarım asırdır çözümler içeren bir “düşünce sisteminin” somut ifadesiydi. Bu sistem, bugünün “neoliberalizmdi” ve o gün bu yana hem zihinlerimizi hem de dünyada kökten değiştirildi; ülkeler ve toplumları adım adım yıkıma götürdü.
Mont Pelerin’den günümüze
Hayek, 1947’de İsviçre’nin Mont Pelerin kasabasında ilk toplantıyı düzenleyerek dümene bastı. Bu toplantıya Avusturyalı ekonomistler, İngiliz liberalleri, Chicago Okulu, Alman ordoliberalleri ve Fransa’dan bir grup katıldı.
Mont Pelerin Cemiyeti , ayaktan bir şekilde “siyasi sağduyuyu dönüştürme” ve “liberal bir ütopya yaratma” hedefine odaklandı. Bu küçük grup, bugün Mont Pelerin Topluluğu olarak bilinen, halen aktif toplantılarını sürdüren ve neoliberalizmin beşiği sayılan devasa genişlikteki entelektüel ağın temellerine imza attı.
Friedrich Hayek’in liderliğinde Mont Pelerin Cemiyeti, mevcut Keynesçi düzene karşı alternatifsizliğe çözüm mevcut ve seçkinler farklı yerlerde değişiyor, kapitalistleri neden neoliberal oluşumlar uygun şekilde eğitilmeyi gaye edindi. Keza, “Keynesyen refah devleti” yükselişteydi, “sosyalizm güçleniyordu” ve “piyasa özgürlüğü” tehdidi altındaydı.
Neoliberalizmin ideolojik hegemonyasının inşasında İngiliz Antony Fisher’ın hayati bir rolü oldu. İngiltere’de İktisadi İlişkiler Enstitüsü’nün kadınlarına liderlik eden Fisher’e göre, “zor olan fikrin üretimi değil, üretilenlerin yaygınlaşmasıydı”. Bu nedenle Kanada’da Fraser Enstitüsü , ABD’de Manhattan Politika Araştırmaları Enstitüsü’nün düzeni bizzat organize etti.
Fisher, 1981 yılına gelindiğinde Atlas İktisadi Araştırma Kurumu ile ideolojik saldırı boyutu genişletildi ve “yeni düşüncelerin genişletilmesine destek olma sürecinin kurumsallaştırılmasını” hedef haline getirdi. Atlas bugün aralarında Türkiye’nin de bulunduğu 80’den fazla ülkede 400’ü aşkın neoliberal düşünceyi birleştirmenin ve ilave bağlantı kurmanın önayak oldu.
Devlet iktidarının devam ettiği bu uzun mücadelede Hayek tarafından “ikinci el fikir tüccarları” olarak sunulan “gazeteciler, akademisyenler, yazarlar, yayıncılar ve eğitmenler” hedeflendi.
Mont Pelerin Cemiyeti yalnızca akademik bir topluluk değildi. David Harvey’in keskin analiziyle söylersek, bu bir “sınıf projesi” ydi; Kapitalist elitlerin kaybolduğu hegemonik güçlerin yeniden inşa etme projesi.
1970’lerin stagflasyon krizi (işsizlikle fiyatların aynı anda hızla büyüyor) sabırla bekledikleri fırsat verdi. Milton Friedman , James Buchanan , Gary Becker gibi isimler artık sadece üniversitelerde değil, politik karar alma merkezinde etkili olmaya başladı.
Milton Friedman’ın neoliberalizmin iktidara gelişini özetleyen ünlü şarkı sözü durumu çok güzel özetleniyor:
“Gerçek olsun ya da olmasın, yalnızca kriz durumu gerçek bir değişim yaratabilir. Kriz ortaya çıktığında, atılacak adım adımları var olan önerilere bağlıdır. Bana göre, bizim temel fonksiyonumuz, mevcut politikalara alternatifler kiralama ve siyasi olarak imkansız olan, siyasi olarak kaçınılmaz hale gelene dek bu alternatiflerin canlı ve erişilebilir kalmalarını sağlamak.”
( ÖZEL ARA NOT: Bu serinin beşinci ve son bölümünde de dövizya değiştirildiği gibi, bu nedenle yeni solun ideolojik hegemonya mücadelesini sabırla sürdürmeksi ve bugün yaşanan derin kriz halinde olduğu gibi krizlere(fırsatlara) beyinsel ve siyasi olarak hazırlanma gerekiyor. Buna ilişkin olarak da yazmayı planlıyorum)
Neoliberal reçetelerin kitlesel uygulaması, belirli “deney sahalarında” gerçekleşti. 1973’te Şili’deki askeri darbe sonrasında uygulanan ekonomik politikalarda “Chicago Boys” bir yerde test edildi; toplumsal harcamalar kısıldı, bireyler hızlandı, işçi hakları sınırlandı. Bu erken deneyim, neoliberal politikanın disiplini ve uygulama krizi ortaya çıktı: “Sadece piyasayı özgürleştirmek değil, emek ve halkın yükselişi yeniden düzenleniyor.”
Nick Srnicek ve Alex Williams’ın “ Geleceği İcat Et” = (mutlaka okumanızı tavsiye ederiz) çok güzel aktardıkları gibi, “neoliberalizm zorunluluğu bir sonuç değil, siyasi bir inşaydı.”
Keynesçi yaklaşımlar stagflasyon için nihayet bir açıklama geliştirebildiği zaman ise artık her şey için çok geç kalınmıştı; neoliberal standart akademik iktisadı ve politikayı geliştiren dünyada ele geçirilmiş ve hegemonik hale gelmişti.
İngiltere’de 1979’da Thatcher iktidarı geldi ve 10 yıl ileri sürdü; Paul Volcker FED Başkanı oldu; 1980’de Ronald Reagan ABD Başkanı oldu; Bretton Woods sistemi çökünce IMF ve Dünya Bankası ideolojik olarak ele geçirildi; 1980’lerin başında Fransa Mitterand ile neoliberal dönüşümü ele geçirdi. Mitterand’ın “sosyalist” olduğunu ve neoliberalizmin erken dönem ideolojik olarak nasıl derinleşerek onu nereye genişletmeyi başardığını anımsatmak gerektiğini anımsatmak gerekiyor.
Ve tüm bu ülke yönetimlerinde yer alan bürokrat ve siyasetçiler 1960 ve 1970’li yıllarda Mont Pelerin Cemiyeti çevresindeki okul ve fakültelerde yetişenlerden mevcuttu.
Neoliberallerin 1980’den itibaren neleri yıkmaya başladıklarını daha net kavrayabilmek için aşağıdaki tabloyu inceleyebilirsiniz.
Keynesyen Refah Devleti ile Neoliberal Dönem Arasındaki Temel Farklılıklar
Piyasa tapıcılığının Türkiye macerası
Özal, “ekonominin açılması gerektiği” beyanıyla kendisinden beklendiği gibi IMF ve Dünya Bankası reçetelerini uygulamaya koydu. 12 Eylül darbesi ise bu politik zeminde gerçekleşti: “Sendikalar bastırıldı, toplumsal muhalefet dağıtıldı.”
Özal döneminde Türkiye’de neoliberalizm, geleneksel muhafazakarlık ile pragmatik modernleşmenin karma karışımını hayata geçirdi. 1980’ler boyunca “ihracata dayalı büyüme modeli, özelleştirme politikaları ve finansal serbestleşme” adım adım genişliği. Bankacı skandallarından, özel televizyon kanallarının patlamasına, İstanbul’un finans merkezi haline gelmesi hayalinden AVM kültürünün işleyişine kadar, neoliberal ideoloji Türk toplumunda kök saldı.
2000’li yıllardan itibaren AKP iktidarından itibaren neoliberalizm yalnızca “ekonomik” değil, “kültürel ve politik” düzeyde derinleşti. TOKİ projeleri, mega altyapı yatırımları, şehirlerin “marka” haline getirilmesi, eğitim ve sağlıkta özelleştirme gibi uygulamalarla kamu kaynakları yağmalandı, yurttaşın parasız kamu hizmetine erişimi sınırlandı.
Sadece ekonomi değil: Yaşam ideolojisi olarak Neoliberalizm
Michel Foucault’nun kavramlaştırdığı gibi, neoliberalizm bir “yönetimsellik” biçimidir. Yani belgenin doğrudan doğrudan kontrol edilmesi yerine, kendilerinin yönetecek şekilde “özgür” olarak kullanılması . Yazılarında sıklıkla vurguladığım Mark Fisher’ın deyimiyle “kapitalist çaresizlik” bu yerde hakim kılındı: ” Alternatif yok, piyasa mantığı doğal ve kaçınılmazdır”.
Bu yeni neoliberal yönetim insanları “insan sermayesi” ne dönüştürdü. Gary Becker’in tanımlamasıyla “her bireyin kendi şirketidir, eğitim yatırımıdır, sosyal ilişkiler ağıdır”. Kendinizi “marka” yapmalı, sürekli “değer yaratmalı” , ona “rekabetçi” kalmalısınız. Bu sadece işyerlerinde değil, aşkta, arkadaşlıkta, hatta ebeveynlikte bile geçerli hale geldi.
Yaratıcı yaratımın psikopolitikası
Neoliberalizmin dağıtım gücü, Joseph Schumpeter’in ünlü “yaratıcı yıkım” yöntemi sadece ekonomiye değil, toplumsal yaşamın tamamının gerçekleşmesine neden oldu. Her şeyi sürekli olarak “yenileme” , “optimize etme” , “bozma, bozma” adına, “köklü bağlar” , “geleneksel dayanışma ağları” ve “kolektif hafıza” sistematik olarak çökertildi.
Bu süreçte bireyler sürekli “stres altında” , sürekli “performans baskısında”, sürekli “kendini geliştirme” kaygısında yaşar hale geldi. Yine de Mark Fisher’ın yetersiz kaldığı gibi, “depresyon ve kaygı bozuklukları” artık “bireysel olasılık” değil, neoliberal yaşam tarzının kaçınılmaz “yan ürünleri” oldu.
Alternatifsizliğin inşası
Neoliberalizmin en büyük başarısını, kendini “doğal” gösterebilmesi. Thatcher’ın 1980’lerdeki ünlü “TINA – Alternatif Yok” (Başka Alternatif Yok) sloganı sadece politik bir üreme değil, ontolojik (varoluş açısından kaçınılmaz) bir iddia haline geldi. “Piyasa ekonomisinin” insan varlığının gerekliliği, “rekabet evrimsel” bir korunabilir, “özelleştirme” ise takasın kaçınılmaz olarak kayıt edilmesi olarak sunuldu.
Bu ideolojik “hegemoyaya karşı çıkmak”, sanki “doğaya karşı isyan etmek” gibi görüldü. Sol muhalefet bile “gerçekçi” olmak adına piyasa mantığının temel parametrelerini kabul etmeye başladı. İngiltere’de Tony Blair’in “Üçüncü Yol” u, Almanya’da Schröder’in “Agenda 2010” u, hatta Türkiye’de DSP’nin Dünya Bankası’ndan getirilen (gönderilen) Kemal Derviş marifetiyle IMF programlarına imza atması bu teslimiyetin somut örnekleridir.
Neoliberal ideoloji, 1990’lar ve 2000’ler boyunca İngiltere, Almanya, İspanya, Yunanistan, Türkiye , yani her yerde “sol” , “sosyalist” partileri de ele geçirmeyi başardı.
Gelecekte neler var?
Özetle, neoliberalizm yalnızca bir “ekonomi politikası” ndan çıkıp, bir “yaşam biçimine” dönüştü. insanların nasıl tanındıkları, neleri görebildiklerine kadar her şeyi şekillendiren bir “öznellik teknolojisi” haline geldi.
Peki bu süreç nasıl işledi? İnsan zihnini nasıl kolonize etti? Bireyi nasıl kendi kendinin patronu ve işçisi haline getirildi? Kamusal aralıkta hangi mekanizmalar devredeydi? Ve en önemlisi, bu hegemonyanın çatırdamaya bugünlerde başladı, nasıl bir alternatif gelecek mümkün?
Bu özellikleri yanıtlayabilmek için neoliberal öznenin inşa sürecini daha ayrıntılı incelememiz gerekiyor. Çünkü neoliberalizm, sadece “cüzdanımızı” değil, “hayallerimizi” de yönetiyor.
Bir sonraki bölüm: “Piyasa Öznesinin İnşası: Birey Nasıl Şirket Haline Geldi?”