“Geleceği tahmin etmenin en iyi yolu onu icat etmektir.”
(Alan Kay – ABD’li bir bilgisayar bilimci)
COVID-19 pandemisi bize bir şeyi net olarak gösterdi: “İmkânsız” diye sunulan şeyler aslında çok mümkünmüş. Bir gecede trilyon dolarlık ekonomik paketler hazırlandı, “çalışmayanlar açlıktan ölür” söylemi yerini “evde kalın, devlet sizi destekler”e bıraktı.
“İklim krizi derinleştikçe, teknoloji hızla ilerledikçe, toplumsal eşitsizlikler artıkça”, neoliberal hegemonyanın çatırdamaya başladığını görüyoruz.
Peki bu çatlaklar yeni bir dünya kurmak için yeterli mi?
Krizin Fırsatları: Çok Kutuplu Geçiş Dönemi
Bu yazı dizisinden hemen önce de yazdığım Antonio Gramsci‘nin ünlü sözünü yeniden anımsatacak olursak tam da bugünü tarif ediyor: “Eski düzen ölüyor, yenisi henüz doğmadı. Bu ara dönemde çeşitli hastalıklı belirtiler ortaya çıkıyor.”
Neoliberalizm artık işlemiyor ama yerine ne geleceği henüz belirsiz.
2008 finans krizi neoliberalizmin “ekonomik çelişkilerini”, pandemi “toplumsal kırılganlıklarını”, iklim krizi “ekolojik sürdürülemezliğini” açığa çıkardı.
1947’den beri neoliberal ideologların “Piyasa her şeyi çözer” dogması 2008’de çöktü ve yerini “Devlet müdahalesi gerekli” anlayışına bıraktı.
Ama neoliberal krizden çıkış nasıl olacak ve bu müdahale nasıl olacak?
Eski “Keynesyen refah devletine” dönüş mü, yoksa “tamamen yeni bir model” mi?
Eski Sovyetik, bürokratik bir sosyalist uygulama mı, yoksa yeni nesil bir sol tahayyül mü?
Kabul etmek gerekir ki, bu “ara dönemde/geçiş döneminde” hem “gerici” hem de “ilerici” güçler aktif ve büyük bir mücadele içinde.
Trumpizm, Brexit, aşırı sağın yükselişi…
Bunlar neoliberalizmin krizine gerici yanıtlar.
Ama aynı zamanda ABD Bernie Sanders‘ın ve Zohran Mamdani’nin “Demokratik Sosyalizm”i, İngiltere İşçi Partisi eski lideri Jermy Corbyn ile İşçi Partisi’nden ayrılan Zarah Sultana’nın öncülük ettiği yeni “Your Party”si, her ne kadar son yıllarda irtifa kaybetmiş olsa da İspanya’da Podemos‘un “La Patria Grande / Büyük Vatan”ı gibi ilerici alternatifler de güçleniyor.
Nick Srnicek ve Alex Williams’ın Gelecek Vizyonu
“Geleceği İcat Etmek” kitabında Srnicek ve Williams, geleneksel sol siyasetin yetersizliğine dikkat çekerek, “nostaljik sol”un geçmişe dönüş hayalleri yerine, teknoloji ve moderniteyi sahiplenebilen “yeni bir sol perspektif” öneriyorlar.
Srnicek ve Williams bu perspektifin temel ayaklarını şunlara dayandırıyor:
- Tam Otomasyona Doğru: İnsan emeğini rutin işlerden kurtaracak teknolojik gelişmeyi destekleme. Bırakın insan emeği yerine teknolojinin yapabileceği tüm işleri makineler yapsın.
- Evrensel Temel Gelir (Universal Basic Income): Herkesin çalışmak zorunda olmadığı bir sistem kurma. Kapitalizmin çalışma kültürü ve ahlakını tamamen değiştirme.
- Çalışma Saatlerinin Azaltılması: Haftalık çalışma saatini 15 saate düşürme hedefi. Çalışılmayan (ya da daha az çalışmanın olduğu) dünyaya kademeli geçiş.
- Teknoloji ve Sol Politika: Dijital teknolojileri sermaye değil, emek lehine kullanma.
Bu vizyon sadece “karşı durmak” değil, “inşa etmek” üzerine kurulu.
Bu yazı dizisinde sıklıkla göndermede bulunduğum Mark Fisher‘ın dediği gibi, “kapitalist gerçekçilikten” çıkmanın yolu alternatif bir gelecek hayal edebilmek ve Srnicek ile Williams’ın önerileri de bu alternatif gelecek tasarımının bir parçası.
Evrensel Temel Gelir: Özgürleşmenin Ekonomik Temeli
Pandemi döneminde birçok ülkede uygulanan “nakdi destek” programları, neoliberalizmin şekillendirdiği ülkelerde mecburen de olsa başvurulan aslında temel gelirin pilot uygulamalarıydı. Ve sonuçları şaşırtıcı oldu: İnsanlar “tembelleşmek” yerine daha “yaratıcı”, daha “girişimci” hale geldi.
“Evrensel temel gelir”, sadece “ekonomik bir politika” değil, “özgürleşme” projesi.
İnsanları “hayatta kalma kaygısı”ndan kurtararak, gerçek potansiyellerini keşfetmelerine olanak sağlayan bir adım.
“Çalışmayanlar açlıktan ölür” tehdidi ortadan kalkınca, insanlar gerçekten istediği işleri yapabilir hale geliyor, gelecek.
Türkiye için de temel gelir özellikle kritik ve yükseltilmesi gereken bir talep.
Kayıt dışı ekonominin yüksek olduğu, sosyal güvenlik sisteminin eksikliklerle dolu olduğu ülkemizde, “temel gelir” hem “ekonomik” hem de “sosyal adalet” aracı olabilir.
Kadınların ev içi emeği, sanatçıların yaratıcı emeği, gönüllülerin toplumsal emeği…
Hepsi görünür ve değerli hale gelebilir.
Platform Kooperatifçiliği: Dijital Özgürleşme ve Bağımsızlaşma
Uber‘e karşı platform kooperatifleri, Amazon‘a karşı alternatif e-ticaret ağları, Facebook‘a karşı demokratik sosyal medya platformları…
Teknoloji sadece “sermaye” değil, “emek” lehine de kullanılabilir.
“Platform kooperatifçiliği” sadece “ekonomik” değil, “demokratik” bir proje.
Bu model özellikle gençler için cazip ve umut verici olabilir.
Neoliberal ideolog ve guruların kutsallaştırdığı “kendi işinin patronu ol” söyleminin demokratik versiyonu “Birlikte kendi işimizin sahibi olalım”a dönüşmeli!
“Bireysel girişimcilik” yerine “kolektif girişimcilik”, “rekabet” yerine “işbirliği”.
Mali Sistemin Çöküşü ve Trump’ın Bize Öğrettiği
“Devletin parası yok”, “borç batağı”, “faizler düşürülemez, enflasyon çıkar”…
Bu neoliberal ortodoks söylemlerin hepsi çöktü.
Bütçe, vergi, faiz, ücretler, istihdam, yatırımlar, gelir ve servet dağılımı…
Bunların tümü “politik, sınıfsal tercih ve eylemlerle” ilgili; yoksa bu yazı dizisi boyunca aktarmaya çalıştığımız gibi, “sanki başka türlüsü mümkün olmayan birer doğa kuralları” değil.
ABD’de büyük bütçe açıklarından şikâyet eden Donald Trump’ın Temmuz 2025’teki yeni yasal düzenleme One Big Beautiful Bill Act (Büyük Bir Güzel Yasa) bile en güncel somut örnek ve tek başına öğretici.
Trump, en zengin yüzde 1‘lik kesime yaklaşık 4 trilyon dolarlık bir vergi indirimi sağlarken, en düşük gelirli grupların yıllık gelirini kişi başı yaklaşık 1.600 dolar azalttı.
Medicaid (sağlık) kapsamına yeni iş şartları ekledi (özellikle çocuksuz ve ebeveyni olmayan yetişkinler için), Planned Parenthood’a (1916’da kurulan, cinsel sağlık ve üreme sağlığı eğitimi veren kurum) sağlanan fonları kesti.
SNAP (gıda yardımı) için çalışma şartlarının yaş aralığını genişletti ve genç ebeveynlere yönelik kısıtlamalar getirdi.
Buna karşılık, “askeri bütçeye” fazladan 150 milyar dolar, göçmenlik kontrolü ve sınır güvenliğine ise 175 milyar dolar ek kaynak aktarıldı.
Yenilenebilir enerjiyi teşvik eden vergi kredileri sonlandırıldı; rüzgâr, güneş enerjisi ve elektrikli araç alımları için sağlanan destekler kaldırıldı.
Kongre Bütçe Ofisi (Congressional Budget Office), bu yasa sonucunda 2034 yılına kadar bütçe açığının 3,4 trilyon dolar artacağını, yaklaşık 11,8 milyon kişinin sağlık sigortasını kaybedebileceğini ve 5 milyon kişinin SNAP yardımında kesintiyle karşılaşabileceğini öngördü.
Lütfen bu yazdıklarımı gereksiz bilgi olarak görmeyin; alınan bu ekonomik kararların “sınıfsal tercihler” olduğunu ve neoliberalizmin çöküşünü net biçimde görün diye ayrıntılı yazıyorum.
Düşünün, en zengin yüzde 1’e 4 trilyon dolarlık vergi indirimi sağlıyorsunuz ve ülkenizin önümüzdeki 9 yılda bütçe açığı 3,4 trilyon dolar artacak, yaklaşık 12 milyon kişi sağlık sigortasını kaybedecek ve 5 milyon kişi daha gıda yardımlarını (SNAP) kaybederek açlığa terk edilecek…
Yoksullar için yapılan kamu harcamalarını “devletin kara deliği” olarak görecek, Elon Musk’ın eline bir testere verip bir şov eşliğinde doğrayacaksınız, diğer tarafta en zengin yüzde 1’in zenginliğine zenginlik katacaksınız!
“Para yok” bahanesi ideolojik bir saldırı olduğu gibi, para yalnızca milyonlarca yoksula yok!
Türkiye için de fotoğrafın benzer olduğunu rahatlıkla söyleyebiliriz.
“İşçiye, memura, emekliye, çiftçiye” bulunamayan milyarlarca liranın, “vergi afları ve faiz politikalarıyla” en zengin yüzde 1’e nasıl rahatlıkla bulunabildiğini ve transfer edildiğini artık herkes biliyor.
Chantal Mouffe’un Sol Popülizm Stratejisi
Peki bu gerçeklik karşısında ne yapılmalı?
Chantal Mouffe‘un “Sol Popülizm” (İletişim Yayınları Türkçe çevirisini yayınladı) önerisi, hegemonya mücadelesinde yeni bir strateji sunuyor. “Halk ve oligarşi” karşıtlığı üzerinden geniş ittifaklar kurma, sınıfsal kimliği diğer kimliklerle harmanlama üzerinde düşünülmeli.
Kanımca bu strateji özellikle Türkiye için uygun.
Toplumsal mücadele sürecinde geleneksel sol-sağ ayrımının aşındığı (ama kesinlikle ortadan kalmadığı), kimlik politikalarının güçlendiği dönemde, “yüzde 99 ve yüzde 1” karşıtlığı mücadele stratejisi için birleştirici olabilir.
Gezi’nin ruhunu hatırlayalım: Farklı kimliklerden insanlar ortak değerler etrafında bir araya geldi. Çevreci gençler, sol/sosyalist muhalefet, Kemalist orta yaş, dindar mahalle sakinleri, LGBTI+ bireyler…
Hepsi “başka bir Türkiye mümkün” diyerek alanlardaydı.
Teknoloji ve Demokrasi
Üzerinde düşünmemiz gereken bir başka nokta, geleneksel solun teknolojiye şüpheyle bakması. Ama Srnicek ve Williams’ın işaret ettiği gibi: “Teknoloji sadece sermayenin değil, emeğin de aracı olabilir; önemli olan teknolojinin nasıl kullanıldığı!”
“Blockchain teknolojisi” kooperatifleri güçlendirebilir. “Yapay zeka” emek süreçlerini kolaylaştırabilir. “Platform ekonomisi” demokratikleştirilebilir.
Ama bunlar “kendiliğinden” olmaz, “politik mücadele” gerektiriyor.
Bu konuda özellikle gençlerin rolü büyük önem taşıyor.
Teknolojinin ve dijitalleşmenin içinde doğan kuşak, teknolojinin demokratik potansiyelini en iyi anlayabilen kuşak, ama bir önceki yazıda da vurguladığım gibi “neoliberal kolonizasyon” nedeniyle “apolitik”leştirilmiş bir kuşak.
Yani bu potansiyeli açığa çıkarmak için “politik örgütlenme” gerekiyor.
Uluslararası Boyut ve Küresel İşbirliği
“İklim krizi” küresel, “teknolojik dönüşüm” küresel, “finansal sistem” küresel…
O halde çözüm de “küresel” olmak zorunda.
Yani, tek bir ülkede “postneoliberalizm” mümkün değil!
Bu konuda uluslararası sol hareket umut verici.
Birkaçını anmak gerekirse…
Progressive International: Yanis Varoufakis (Eski Yunan Maliye Bakanı ve ekonomist), Naomi Klein (aktivist ve yazar), ile bazı Latin Amerikalı ve Avrupa’lı yeni sol liderlerin kurduğu ve 2018’den beri faaliyet gösteren Progressive International, küresel ölçekte sol ve ilerici hareketleri bir araya getiren bir platform. Amaç, sosyal adalet, çevre koruması, demokrasi ve uluslararası dayanışma üzerinden kapitalist ve otoriter yapılara karşı stratejik iş birliği sağlamak.
Democracy in Europe Movement 2025 (DiEM25): 2016 yılında yine Yanis Varoufakis tarafından kuruldu. Amacı, Avrupa Birliği’ni daha şeffaf, demokratik ve halk odaklı bir yapıya dönüştürmek; neoliberal ve merkeziyetçi eğilimlere karşı bir alternatif sunmak.
Yani küresel solun örgütlenme çabaları güçleniyor, ama henüz alınması gereken epey mesafe var.
Türkiye bu küresel sol ağlarda aktif rol alabilir. Hem Avrupa hem de Asya‘ya köprü konumu, hem seküler hem de kültürel çeşitliliği harmanlama kapasitesi, postneoliberal geçişte önemli rol oynayabilir.
Türkiye İçin Somut Öneriler
Türkiye’de önümüzdeki dönemde yeni sol arayışlarda siyasi program açısından aşağıdaki başlıklar somut ve güçlü biçimde gündeme taşınabilir.
Kooperatif Ekonomisi Güçlendirilmeli: Tarım kooperatiflerinden teknoloji kooperatiflerine, üretici kooperatiflerinden tüketici kooperatiflerine, ekonominin demokratikleştirilmesi sağlanmalı.
Temel Hizmetler Kamusallaştırılmalı: Sağlık, eğitim, ulaşım, enerji, iletişim… Temel hizmetlerin piyasa mantığından çıkarılıp kamusal mal haline getirilmesi gerekiyor.
32 Saatlik Çalışma Haftası: Teknolojik gelişmelerden yararlanarak çalışma saatleri azaltılmalı, yaşam kalitesi artırılmalı. İlk etapta 32, sonra 20 saatlik çalışma haftasına geçilmesi ısrarla savunulmalı.
Katılımcı Bütçeleme: Yerel yönetimlerde yurttaşların bütçe kararlarına doğrudan katılımı ve demokrasinin derinleştirilmesi sağlanmalı.
Sonuç: Umudun Somut Ütopyası
Ernst Bloch‘un “umudun prensibi(ilkesi)*”nden hareketle (bu konuda bu yazı dizisinden sonra özel bir yazı yazmak istiyorum): Umut sadece “dilek” değil, “somut müdahaledir”.
“Başka bir dünya mümkün” sadece slogan değil, “inşa projesidir”.
Neoliberalizmin hegemonyası çatırdıyor.
“Kriz dönemi” aynı zamanda “fırsat dönemi”; ama bu fırsat kendiliğinden gerçekleşmez ve gerçekleşmeyecek.
Politik örgütlenme, hegemonya mücadelesi, alternatif kurumlar inşa etme…
Hepsi gerekli.
Mark Fisher‘ın dediği gibi, “kapitalist gerçekçilik”den çıkmanın yolu “alternatif bir gelecek” hayal edebilmek.
Ve bu hayal artık mümkün görünüyor.
Teknolojik gelişmeler, toplumsal hareketler, ekolojik farkındalık…
Hepsi yeni bir dünya kurmak için gerekli koşullar.
Peki bu dünya nasıl olacak?
Kesin cevabı yok!
Ama şunu biliyoruz: Bu dünya daha adil, daha demokratik, daha sürdürülebilir olacak.
Ve en önemlisi, bu dünyayı kurmak bizim elimizde.
“Pessimismo dell’intelligenza, ottimismo della volontà” (Aklın karamsarlığı, iradenin iyimserliği).
Antonio Gramsci’nin bu ünlü sözü, hem felsefi hem de siyasal açıdan derin bir anlam taşıyor.
Gramsci, aklın ve mantığın “mevcut durumları ve engelleri” değerlendirirken “karamsar” olabileceğini, ama “iradenin ve eylemin” her zaman “umutlu ve kararlı” olması gerektiğini ifade eder.
Gramsci‘nin bu sözü bugün daha da anlamlı.
“Durumun ciddiyetini” görmek ama “umudunu” kaybetmemek…
“Eleştirmek” ama “inşa etmeyi” de unutmamak…
Gelecek mümkün!
Tek yapılması gereken onu “icat etmek”.
* Umudun Prensibi (İlkesi), insanın geleceğe dair bilincini ve motivasyonunu merkeze alan bir felsefi çalışmadır. Bloch’a göre umut, sadece bireysel bir duygu değildir; aynı zamanda toplumsal değişimin ve devrimci sürecin motorudur; bireysel ve toplumsal özgürlüğün kaynağıdır. Umut, insanı mevcut dünyaya razı olmaktan çıkarır ve daha adil bir gelecek için harekete geçirir.
YAZI DİZİSİ SONU
“Neoliberalizm İnsan Zihnini ve Dünyayı Nasıl Ele Geçirdi? – Kamusal İnsanın Çöküşünün Kısa Tarihi” başlıklı bu yazı dizisi boyunca neoliberalizmin nasıl doğduğunu, özneyi (bireyi) nasıl şekillendirdiğini, kamusal alanı nasıl çökerttiğini, zihinleri nasıl kolonize ettiğini tartışmaya ve paylaşmaya çalıştım. Ama sanırım asıl önemli olan son bölümde göstermeye çalıştığım: Bu hegemonyanın aşılabilir olduğu, alternatif bir geleceğin mümkün olduğu. Çünkü tarih bitmiş değil. İnsanın hikâyesi devam ediyor. Ve bu hikâyenin bir sonraki bölümünü yazacak olan biziz.