ABD Başkanı Donald Trump ve çevresini kuşatmış zevatın yapıp ettiklerini, söylediklerini takip ediyorsanız belki de “çıldırmış olduklarını” düşünebilirsiniz!
Şaka değil, gerçekten çıldırmış gibiler; “söyledikleri, yaptıkları” akıl alır şeyler değil…
Ama bilin ki, ne çıldırmış haldeler, ne de söylediklerinin, yaptıklarının akıl dışılığını kavramayacak kadar akıllarını kaybetmiş durumdalar…
Yaptıkları, söyledikleri şeylerin hepsi “bilinçli bir tercih” ve “kararlı bir eylem silsilesinden ibaret”…
Dahası var: Çok cesur ve cüretkarlar…
“Etik pencereden” baktığınızda fazlasıyla “arsız ve pervasızlar”…
Hiçbirisi tesadüflerden, kendiliğinden, şahıslarıyla ilgili sıra dışı absürtlüklerden oluşmuyor: “Bilerek, isteyerek, tasarlayarak, topluca” bu cürümleri işliyorlar!
Temsil ettiklerin sınıfın refleksiyle başka şanslarının olmadığını düşünüyor, hissediyorlar…
Kendilerince haklılar; 2008’den beri çöküşten çöküşe koşuyorlar ve travmatik haldeler!
Trump ve şürekası 20 Ocak 2025’de bir kez daha Beyaz Saray’a taşındıktan sonra zaman kaybetmeden ellerine “baltaları ve testereleri” aldılar agresif ve soluksuz bir tempoda kamu ile ilgili, geniş kitleleri ilgilendiren elde kalan tüm kurumlara, istihdam yapılarına, sosyal yardımlara saldırmaya başladılar. Gıda, sağlık yardım ve programlarını, üniversitelere yapılan yardımları, konut desteklerini ya ortadan kaldırıyorlar, ya da sınırlıyorlar.
Anayasa ve yasalara aykırı biçimde eyaletlere ve kentlere ordu birliklerini “göçmen avı” için sevk ediyor, soruşturma yapma ya da yapmamaları için eyalet savcılarına, hakimlerine talimat yağdırıyorlar.
Jimmy Kimmel örneğinde olduğu gibi, sırf Trump’ı eleştirdi diye açık tehdit ve baskılarla komedi şov yapımlarını bile iptal ettiriyor, medyaya korku yaymaya çalışıyorlar. ABD’nin ünlü medya ve eğlence şirketlerini Trump ya aile efradına ya da yandaşlarına satın aldırarak susturmaya girişiyor. Korkutamadıklarına milyarlarca dolarlık davalar açıyorlar.
Venezuella’ndan uyuşturucu yüküyle hareket ettikleri iddiasıyla gemileri okyanusun ortasında ordu birliklerine batırtıyor, insanları yargısız biçimde öldürerek ABD’yi “korsan bir devlete” dönüştürmekten tereddüt etmiyorlar.
“Çocuk aşılarına”, hamile kadınların kullandıkları ilaçlara, COVID aşı programlarına “temelsiz, bilim dışı” saiklerle savaş açıyor, toplum sağlığını ciddi tehlikeye atmaktan geri durmuyorlar.
Charlie Kirk cinayetinde olduğu gibi dramatik olayları toplumu mobilize etmek, kitleleri harekete geçirmek ve arkalarına yığmak için “gerçeğin ne olduğuna” bağlı kalmadan doymak bilmez bir iştahla yine saldırıyorlar.
Canları kimi dövmek istiyorsa ona saldırıyorlar.
Gerçek mi?
Kimin umurunda…
“Yasa, hak, hukuk” anımsatılınca da utanmadan haykırmaktan çekinmiyorlar: “Umurumuzda değil!”
İçerde ve dışarıda dünyaya nasıl baktıklarını “Savunma Bakanlığı” ismini “Savaş Bakanlığı” olarak değiştirerek cümle aleme gösteriyorlar. “Hiçbir kural ve sınır tanımaksızın” kime saldıracaklarını ve savaş açacaklarını “zaman ve koşul aramaksızın” kendi cüretlerinin sınırlarıyla belirliyorlar.
Üniversiteleri, akademisyenleri, medyayı, entelektüel gücü çökertmeye girişiyorlar. Çoğulculuğu, aykırı düşünceyi, özgürlükleri boğmak istiyorlar.
‘SOL’UN GÖLGESİ BİLE ÖDLERİNİ PATLATIYOR
Tüm bunları yaparken de “radikal sol” yaftasını yapıştırarak kendilerine muhalif “her düşünce, kişi ve kurumu” listeye ekleyip, arsızca saldırıyorlar.
“Sol kavramını” değersizleştirmeye, içini boşaltmaya, korkulacak bir yön olarak algılanması için her imkanı kullanıyor, toplumsal muhalefetin güçlü bir seçenek olarak sola yönelmesini, kitlesel mobilizasyonu şimdiden önlemeye çalışıyorlar.
Mümkünse “yeni bir sol seçenek ve dalga oluşmadan ve yakalanmadan”, tam hayal ettikleri gibi ülkelerini seçimsiz (ya da kontrollü, göstermelik seçimli), özgürlüksüz, demokrasisiz bir siyasal atmosferde tam “bir şirket CEO’su, küresel bir imparator” gibi otoriter zihniyetle yönetmek istiyorlar.
Bayrakları yükseltiyor, sokaklarda göçmen avına çıkıyor, sınırları fiziksel ve gümrük duvarlarıyla çeviriyor, dini yeniden ülkelerine getirmek (devletin ve iktidar sınıfının kontrol aracına dönüştürmek) için kültürel kampanyalar ya da toplu ayin ve ritiüller organize ediyorlar.
Halklarına iktisaden bir gelecek ve refah umudu veremedikleri, ideolojik olarak bir meşruiyet kaynağı üretemedikleri için içi boş, ama otoriter bir müdahale için kuvvetli kültürel kampanyalar organize ederek gerçek bir muhalefetin filizlenmesine imkan tanımak istemiyorlar.
Bu hal, yalnızca ABD’ye ve Trumpgillere has bir durum değil; uluslararası sermayenin temsil ettiği “ruh ve kimlik”, AfD ile Almanya kentlerinde, Nigel Farage ile İngiltere caddelerinde, Ulusal Birlik (Le Pen) ile Fransız meydanlarında dolaşıyor, yerel paydaş ve işbirlikçileriyle adım adım “faşizmin kilometre taşlarını” döşüyorlar.
İngiltere, Almanya ve Fransa’da aşırı sağcıların iktidara gelmesi için kampanya yürütüyor, bunun bir an önce gerçekleşmesi için ortak eylemler organize ediyorlar.
Neoliberalizmin çöküşüyle ve şimdi “teknoloji kapitalizmiyle” yeni bir form kazanan uluslararası sermaye, neo-faşizm ile toplumsal muhalefete, yoksullara, halklara savaşı yükseltiyor.
Hiçbir meşruiyetleri, ahlaki üstünlükleri, yaslanacakları entelektüel dayanakları, güçleri kalmadı. Yenildiler ve bir zamanlar sola layık gördükleri o “tarihin sonuna” kendileri geldiler.
Tek imkanları artık güç, şiddet, otorite, baskı ve zorbalık.
Savunmuyorlar, saldırıyorlar; haklı, haksız, önüne arkasına, sağına soluna bakmadan saldırıyorlar…
Onun için bakanlığın adını “savaş bakanlığı” yapıyorlar…
Bu, yalnızca bir bakanlığın değil, tüm bakanlıkların adı; orduyla başka ülke ve halklara değil yalnızca, sağlık bakanlığıyla, eğitim bakanlığıyla, tarım bakanlığıyla, hepsiyle saldırıyorlar…
Yoksullara, yoksunlara, kendi halklarına, başka ülkelerin yoksullarına ve halklarına saldırıyorlar…
Hiçbir toplumsal direnişe, muhalefet odağına imkan tanımak, güç ve kuvvet kazanmasına fırsat vermek, bu doğrultuda hiçbir boşluk bırakmak istemiyorlar.
“Kamu harcamalarını” yok ederken “silahlanma yarışına” milyarca dolar/euro akıtıyor (bir kez daha savaş ekonomisini kabartarak sermaye sınıfını ayakta tutma uğruna halklarını soyuyor), artan devasa bütçe açıklarını ise sosyal yardımları keserek ya da yeni vergileri yoksulların üzerine yıkarak, sermayeye en ufak bir “vergi ve bedel ödetmeye” yanaşmıyorlar.
“Gelir ve servetin” önemli kısmına el koyan sermaye sınıfı, artan sosyal huzursuzluğu, itirazları hiçbir kusurları olmayan “göçmenlerin, yabancıların” üzerine boca ederek ve “din, vatan, millet” diyerek iktidarını ve hegemonyasını sürdürmeye çalışıyor.
NEOLİBERALİZM DE, SOSYAL DEMOKRASİ DE ÖLDÜ…
Bu bir kaçınılmaz süreç mi?
Kabul etmek gerekir ki, şu an çok güçlüler; ama güçleri haklılıklarından ve meşruiyetlerinden kaynaklanmıyor. Esas güçleri, saldırıya uğrayan “yoksulların, geniş kitlelerin güçsüzlüklerinden ve yalnızlıklarından” besleniyor.
80 yıldır ilmek ilmek işlenen, yıldan yıla adım adım tesis edilen neoliberalizm bireyleri, toplumları, ülkeleri felç etmiş durumda ve başkaca bir dünya, başkaca bir seçenek tahayyül edilemez hale getirmiş vaziyette.
Öyle bir iklim inşa edildi ki, geniş kitleleri ilgilendiren kamu harcamaları, sosyal yardımlar, kamusal yapılar için harcanan paralar çöpe atılan, yolsuzluklarla anılan harcamalar gibi lanse edilmeye başlandı; döviz, faiz, vergi politika ve aflarıyla sermaye sınıfına akıtılan milyarlarca dolarlık servet transferlerinin üzeri örtülerek…
Artık sürdürülemez bir tablo ve eşikteyiz; hem neoliberalizm (kapitalizm) açısından hem de toplumsal muhalefet ve sol açısından…
Sol, kapitalizmle ve neoliberalizmle tüm “aşk ilişkilerini”, hatta tüm “komşuluk ilişkilerini” de bitirmeli, on yıllardır sürdürdüğü bu olmayacak “ideolojik izdivacı” tarihe gömmeli!
Sol için artık bildiğiniz, ezberlediğiniz “SOSYAL DEMOKRASİ ÖLDÜ”, yok artık; bu kabullenilmeli.
Keza, aşırı sağa (otoriterizme) doğru yelken açan sermaye, neoliberalizmin bitişini epeydir ilan etti, siz görseniz de görmeseniz de; kabul etseniz de etmeseniz de…
“Sosyal demokrasinin” savunageldiği ekonomi programlarıyla “kapitalizmi ehlileştirme”, “insanileştirme gayret ve hayalleri” neoliberalizmin ölümüyle birlikte geri gelmeyecek, bir daha hayal edilmesi mümkün olmayacak şekilde tarihin tozlu raflarına kaldırıldı.
Artık sosyal hak yok, sağlık, gıda yardımları yok, sendikal haklar yok, tatil hakları, tazminat hakları, doğum, yıllık izin hakları yok…
Kamusal bir hak olarak ücretsiz eğitim yok, sağlık yok, yol yok, su yok, enerji yok, ulaşım yok, konut yok, gıda yok, iletişim yok…
Özcesi, küresel sermayenin hegemonyasında bireyler ve toplumlar için “insanca, hakça, özgürce, eşit ve adaletli” bir yaşam hakkı yok!
Hatta, kamu hizmet birimleri ve oralarda çalışma hakları da yok; çünkü kamu için çalışan tüm kurum ve insanlar Elon Musk’un cümle aleme ilan ettiği ve kör gözlerin bile işitebileceği, görebileceği bir gösteriyle testereyle doğrandı, milyarlarca insan için nasıl bir gelecek tasarladıklarını ilan ettiler.
Bize neo-faşistlerin bahşettiği tek şey, biat etmek, açlık ve sefalete itiraz etmeden, uslu uslu durarak boyun eğmek!
KURTULUŞ YOK TEK BAŞINA….
Evet, çok güçlüler şu an…
Hemen tüm ülkelerde devlet bürokrasisi uluslararası sermayenin elinde (uzantısı) ve çıkarlarını küresel düzeyde yekpare bir gündemle ellerinde tutuyor ve güçlerini tereddütsüz biçimde toplumlara empoze ediyorlar…
Ama saldırganlaştıkça, otoriterizme yöneliyor, baskı ve şiddete, daha fazla güç kullanmaya ihtiyaç duydukça, “itiraz duygusunu, ruh ve zihinsel altyapıyı” ve ayrıca “alternatif fikri arayışını” da isteseler de istemeseler de kendiliğinden inşa ediyorlar…
Şimdilik bu itirazın düzeyi “kuvvetli bir politik kimlik ve güce” kavuşamamış olsa da; meşruiyetin, haklılığın enerjisi ülkelerde, toplumların arasında, kentlerin sokaklarında dolaşmaya devam ediyor.
Çöken neoliberalizm neo-faşizme evrilerek zorla ayakta kalma eşiğine geçerken, solun da yeni bir eşiğe evrilerek “ilerici bir enternasyonel” yaratma ihtiyacı giderek aciliyet kazanıyor.
Yeni solun bu “gerici saldırılara” karşı direniş için güçlü bir “fikri ve ideolojik altyapıya” ihtiyacı var. Bu artık klasik, eski nesil sosyal demokrasi kavram ve eylemleriyle sağlanamaz. Çökmüş bir neoliberalizm eski nesil sosyal demokrasi ile restore edilip, ehlileştirilemez.
“Kriz ve kaos” hali bir yönüyle “karamsarlık havası” yayarken, tarihsel olarak en devrimci anların da bu kriz ve kaos halinin içinden doğduğunu, “yılmadan, usanmadan, umutla” bu imkan ve geleceğe hazırlanmak gerektiğini akıldan çıkarmamak gerekiyor.